7 Şubat 2011 Pazartesi

KENYA'DA ZAMAN

Hafta sonu yaklaşıyordu. Sürekli çalışmaktan şikayet etmeye başlamıştım. Kafamı dinleyeceğim sesiz sakin bir yere ihtiyacım vardı. Hep öyle olur. Ne zaman kendimi baskı altında hissetsem en iyi fikirler o zaman gelir aklıma. Ne zaman hayatın ağır yükünü omuzlarımda hissetsem ruhumun ihtiyacına bir çare buluveririm.. Yine öyle oldu. Ne yapacağımı düşünürken aklıma o çılgın fikir düşüverdi. Bir Amerikalı arkadaşımın ballandıra ballandıra anlattığı o otele gidip birkaç gün kalmak güzel olacaktı! Mantığım heyecanıma baskı yapıp beni engeller diye korktuğum için böyle durumlarda seri hareket ederim. Hemen telefona sarılıp daha önce defterime yazdığım numarayı çevirdim. Birkaç dakika içinde rezervasyonumu yaptırmıştım bile. Artık geri dönüş olmadığını idrak edince içimi tarifi imkansız, heyecanla karışık bir ürperti kapladı. Hafta sonu Afrika’nın tam ortasına, Kenya’ya yolculuğum artık kesindi. Zürafalarla kahvaltı için ihtiyacım olan tek şey bir uçak biletiydi sadece.. THY görevlisine yarın akşam için Nairobi'ye mil biletiyle yer olup olmadığını sorduğumda valize alacaklarımı planlamıştım bile. İçimdeki hınzır çocuk yine haykırıyordu:

“Bekle beni Afrika, geliyorum!”

Afrika her zaman hayal alemine sürükler beni. Afrika’ya ayak basmak kadar yolculuğun düşler dünyasında şekil bulan küçük ayrıntıları da ruhumu alevlendirir. Afrika farklıdır çünkü, başkadır. Yaşam daha gizemlidir, çocuklar daha anlamlı bakar etrafa. Gözlerinde mana yaşar. Savanlara batan güneş kırmızı toprakla buluşup yüreğimizi esir alır. Aşk bu topraklara ayak basan herkesi sarmalar. Kaçamaz, teslim olur insan. Onun için Afrika kaçamakları iyi gelir bana.

Havaalanı o gün her zamankinden daha kalabalıktı. Ya da bir an önce ıssız topraklara kavuşmak isteyen bana öyle geldi. Sırtımda çantam, düşüncelerimde uçsuz bucaksız savanlar o kalabalığın içinde biraz garip hissettim kendimi. Birkaç saat sonra “medeni” dünyanın bu kalabalığından çok farklı bir gerçeğin parçası olacaktım. Hiç adetim olmadığı halde erkenden uçağa gidip koltuğuma yayıldım. Uçak bulutların arasına dalınca gözlerimi kapattım. Artık Afrika savanlarından başka bir şey yok aklımda.

***
İstanbul’dan Nairobi yaklaşık 6 saat sürüyor. Saat farkı yok. Üstelik çok büyük sıcaklık farkı da yok. Uçaktan inip kendimi dışarı attığım da şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Kenya’da üşüyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama hava tatlı tatlı esiyor işte. Buraya gelmeden önce ayarladığım arabanın şoförünü hemen bulunca keyifleniyorum. Ne de olsa burası Afrika. Tek başına gelen biri için en ufak bir aksama büyük sorun demek. Bunu güvenlik anlamında söylemiyorum. Afrika’da işler çok yavaş işliyor. Önceden planlanmayan herhangi bir işin olabilmesi için mucize gerekli. Arabada giderken kentin yeşil dokusunu hayranlıkla seyrediyorum..Yol boyunca barakalar, terkedilmiş kulübeler var. Akasya ağaçlarının altında uyuklayan köpekler, toprak sahada top koşturan çocuklar Afrika maceramın ilk fotoğrafları. Şoförüm “işte geldik” deyince gözlerim pür dikkat çevreyi inceliyor. Çok şık bir demir kapının önünde güleryüzlü bekçi karşılıyor bizi. Rezervasyonumu kontrol ettikten sonra nazik biçimde kapıyı açıyor. İşte o anı kelimelerle tarif etmek çok zor. Bir cennet bahçesinin ortasında araba ağır ağır ilerlerken kırmızı tuğladan yapılmış ihtişamlı yapı çıkıveriyor karşıma. İşte kalacağım otel bu! Uzaktan bakınca küçük bir şatoyu andırıyor. Dikkatimi çeken ilk şey binanın cephesini kaplayan dev pencereler. Tipik bir İngiliz veya İskoç malikanesi. Son derece bakımlı ve temiz görünüyor. Çatıya kadar uzanan sarmaşık zaten gizemli bir havası olan binayı daha da esrarengiz hale getirmiş. Bir masalın başrol oyuncusuyum sanki. Derken otelin dev bahçesinde yaşayan zürafalardan biri çıkıyor karşıma. Donup kalıyorum.

Önümden müthiş bir zarafetle yürüyerek geçen bu muhteşem dev hayvanı seyrediyorum bir süre. Doğal ortamında yaşayan bir hayvanla karşılaşınca evrenin güzelliğini hatırlıyor insan. Çevredeki ağaçlardan gelen binbir türlü kuş sesi ortamı diğer tüm gerçeklerde iyice ayırıyor. Alabildiğine mutluyum. Masmavi gökyüzüne eşlik eden kavurucu Afrika güneşini omuzlarımda hissederken gözlerim kapının yanındaki akasya ağacına takılıyor. Ben artık çok başka dünyaya aitim!

Uğruna bu kadar yolu göze aldığım yerin Adı Giraffe Manor. 1932 yılında İngiliz bir asilzade yaptırmış burayı. Çevrede yaşayan zürafaları her sabah kalıp seyretmek istemiş. Yıllarca da yaşamış bu evde. 1974 yılında İskoç bir kontun torunuyla karısı bu muhteşem malikaneyi yine aynı nedenle satın almışlar. Bahçesindeki zürafalar buraya öyle sonradan gelmiş değil, bu alan onların doğal yaşam mekanı. Doğa aşığı çift bu evi satın aldığında kaçak avlanma yüzünden sadece beş tane kalan zürafaları korumaya karar vermişler. Şimdi onlarca zürafa kentin yanı başındaki bu arazide özgürce dolaşıyor. Heyecanlıyım. Daha birkaç gün öncesine kadar benim için uzak bir hayal olan bir Doğu Afrika ülkesindeyim. Ruhum, bu kadar gerçek dışı bir dünyada olmanın tesiri altında. Otelin işletmecisi John ve nazik eşi bir kokteyle karşılıyor beni kapıda. Ananas ve mango karışımı nefis içecek, içimi o kadar ferahlatıyor ki, bir bardak daha istiyorum. İlk kez bir Türkün kalacağını anlatıyorlar heyecanla.. Sonra lobiye davet ediyorlar. Lobi görkemli. Ahşapla kaplanmış duvarları Afrika resimleri süsülüyor. Bir de zürafaların atalarını gösteren siyah beyaz fotoğraflar. Belli ki her zaman büyük bir sevgiyle korunup kollanmışlar hepsi. Ortada duran şömine beyaz renkli mobilyalarla çok uyumlu duruyor. Lobiyi üst kattaki odalara bağlayan çift yollu merdiven yüksek tavanın altında mekana hakim ihtişam duygusunu artırıyor. Ahşap merdivenin hemen ilerisinde odalar var. Ben Klimanjaro’ya bakan bir oda istediğim için güney tarafta kalacağım. Oda kapısını açar açmaz salona yayılan ahşap kokusu insanı bir anda rahatlatıyor. Cibinlikli bir yatak ve son derece kaliteli Fransız mobilyalar hemen dikkatimi çekiyor. Odanın duvarlarında benden önce kalan misafirlerin yavru zürafalarla çekilmiş fotoğrafları var. John bazı eşyaların evin eski sahiplerine ait olduğunu, o dokuyu bozmamak için eski eşyalara küçük bakımlar dışında hiç dokunmadıklarını anlatırken gururlu. Belli ki böyle bir yerde yöneticilik yapmaktan ziyadesiyle hoşnut. Tavandaki pervaneyi nasıl çalıştıracağımı gösterirken gözlerim odanın içinde geziniyor. Böyle bir yerde uyuyacağım için çok şanslıyım. Odanın içindeki her küçük aksesuar buranın Afrika olduğunu anımsatıyor insana. John gidince pencereyi açıp dışarıyı seyrediyorum bir süre. Neşeyle öten kuşların sesi odanın içinde. Rüzgar perdeleri uçuruyor. Ağustos böcekleri de koro halinde bağırıyor. Ürpermemek elde değil. İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta, Afrika'nin tam ortasinda! Art Deco banyoya girip elimi yıkıyorum. Aynanın yanındaki kristal su sürahisi ve pompalı parfüm şişeleri zamana meydana okuyor.

Ertesi sabah kahvaltıda uzun masif masaya kurulup nefis Afrika çayını yudumlarken gözüm o dev pencerelerde. Otel uçsuz bucaksız bir vadinin ortasında, Ngong Tepeleri'nin eteklerine kurulmuş. Arazinin asıl sahibi yıllardır burada yaşayan Rothschild zürafalari. Bu tür soyu tehlikede olan bir zürafa türü. Hepsini aynı sanırız ama değil, en az yedi çeşit zürafa yaşıyor doğada. Üzerindeki beneklerin rengi ve şekli hangi tür olduğu konusunda ipucu veriyor. Ben bunları düşünürken otelin müdürü eliyle işaret ediyor.

"işte bakın bir tanesi geliyor!"






Döndüm. Aklımı başimdan alan bu güzellik karşısında ne yapacağımı bilemez haldeyim. İki akasya ağacının ortasından salınarak gelen bu dev hayvanı hayranlıkla seyre daldım bir süre. Yaklaşıyor!... Bize doğru geliyor. Neredeyse camı kıracak. ilk anda ürküyorum biraz. Kafasını camdan uzatıp kahvaltıya ortak olunca müthiş duygular akıp gidiyor insanın içinden. Gerçekle düş birbirine karışıyor. Bu anı yaşamak gerek. Ancak o zaman anlaşılır. Masadaki herkes çığlıklar atarak bu sevimli hayvanı beslemeye çalışıyor. O kadar alışmışlar ki, insan elinden yiyecekleri büyük bir dikkatle, zarar vermeden yiyorlar. Otelde kalan tüm misafirlerle yemeği bırakıp bahçeye çıkınca diğerlerini de görüyoruz. Yeni doğmuş bir yavru annesini emiyor.

John doğal ortamında doğan bu yavruların en büyük gurur kaynakları olduğunu anlatıyor. Haksız da sayılmaz. Safari’de gördüğümüz zürafaları nasıl bir sonun beklediği muamma oysa buradakilerin hepsi güvende. Masai Mara ya da Serengeti Milli Parkı’ndaki zürafalar peruk yapımında kullanılan kuyrukları için avlanıyor. Burada ise mutluluk içinde çoğalıyorlar. Birbiri ardına patlayan flaşlardan hiç de rahatsız değiller. Alışmışlar. Bu muhteşem otelde kalmaya gelenlerin tek amacı bu manzarayı görmek. Neşe içinde sona eren kahvaltıdan sonra hayvanların hepsi dağılıyor ama ortalarda sürekli dolaşan “warthog”lar var. Afrika’ya özgü, domuza benzeyen bu hayvanlar dizlerinin üzerine çöküp besleniyor. O kadar çoklar ki, binaya yaklaşmalarından hoşlanmayan otelin sevimli köpeği epeyce ter dökmek zorunda kalıyor. Zaman burada farklı. Bu kadar iyi vakit geçirince akşamın gelişine şaşırıyor insan. Gün hiç bitmesin istiyorum.

Aslında gece olunca yeni sürprizler var. Otelin mutfak şefinin lezzetli yemekleri en az zürafalar kadar ünlü. Toplam 6 oda olunca kalan sayısı da belli. Onun için şef herkesin damak tadını öğrenip kişiye özel bir ziyafet hazırlıyor. Mumlarla süslenmiş, kolalı bembeyaz örtülü romantik masada özel sunumla ikram edilen yemek “Benim Afrikam” kitabının yazarı Karen Blixen de öğlen yemeklerini burada yermiş. Yani Giraffe Manor’un yüz yıldır tükenmeyen bir lezzet geleneği var.

Giraffe Manor Oteli Kenya’nın başkenti Nairobi’nin 10 kilometre dışındaki Karen semtinde. Nairobi’nin en düzenli semtlerinden biri burası. Nairobi’de yaşayan yabancıların çoğu bu bölgeyi tercih ediyor. Yeşil doğası ve sağlam altyapısıyla Afrika’dan çok Avrupa’da bir mahalle havası veriyor. Turistlerin sıklıkla uğradığı doğal yaşam merkezleri de burada. Kentin merkezinden Karen’e ulaşmak kolay. Ya taksiyle ya da minibüslerle günün her saatinde otele ulaşılabiliyor. Bu otelde kalanların merkezle bağlantıları hiç kesilmiyor ama bahçe kapısından bir kez adım atan bir daha dışarı çıkmak istemiyor.

Dünyanın her yerinden ziyaretçilerle tanıştım. Hepsi buranın dünyadaki en özel otellerinden biri olduğu konusunda hemfikir. Giraffe Manor iki yıl önce el değiştirmiş ama yeni sahipleri de burayı korumaya kararlı. Hafta sonları okullardan genç öğrenciler gelip yaban yaşamı yerinde inceliyor. Daha küçük yaşlardan doğanın koruması gereken bir hazine olduğunu öğreniyor. Bu muazzam oteli mutlaka keşfedin. Hayatınızın sonuna kadar gördüklerinizin etkisinden kurtulamayacaksınız. Ben akşam yatarken penceremi tıklatan o muhteşem canlıyı hiç unutamayacağım. Elimden yemek yerken gözlerimin içine bakan bu uzun boylu zarif hayvan doğaya elini uzatanın kalbini de tamir ediyor. Ona dokunduğum anda ruhum özgürleşti. Uzaklarda bir yerlerde, akasya ağaçlarının gölgesinde masalsı bir dünya bekliyor sizi. Gidin o dünyayı keşfedin! Hadi kendinize bir iyilik yapın, toplayın bavulları!