9 Kasım 2010 Salı

KIZILDERILI SEATTLE

1993 senesiydi. Masmavi gökyüzünün altında boğaz suları İstanbul güneşinin serpistirdigi ışıltılarla oynaşıyordu. Bu muazzam görüntüye son kez baktım. Ruhumu kaplayan hüzün , kalbimdeki heyecana galip geliyordu. Dün gibi hatırlıyorum. Yeni dünyaya ilk kez ucacaktim. Benim için zor bir karardı. Geride sevgili bir aileyi, sımsıkı sarıldığım dostlarımı birakiyordum. Kolay değildi. Saatler süren yolculuğun bitimine yakın uçağın penceresinden New York semalarını izlerken İstanbul'u beş yıllığına terkettigim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Benimkisi bir maceraydı ama o macera bir yaşama dönüştü. Orada tam beş yıl kaldım. Amerika cezbeder insanı, baştan çıkarır.
Aradan 17 yıl geçti. Aradaki onca zamana rağmen Amerika'ya yaptığım yolculukların heyecanı hiç değişmedi. Her gittiğimde yeni bir şey keşfettim, yeni serüvenler yaşadım. Her yolculuk bir şölene dönüştü.
Seattle'a gideceğimi öğrendiğimde içimi yine o aşina heyecan rüzgârı kapladı. Hemen valizimi hazırladım. Seattle valizini hazırlamak da öyle kolay değil aslında. Bir kere bu kentin havası öyle New York ya da Los Angeles gibi istikrarlı değil. Yıllar önce bir arkadaşımdan ne zaman yağmur yağacağını , ne zaman güneş açacağını kimsenin kestiremedigini duymuştum. İnternette yaptığım kısa bir araştırma bu kentte havanın ne kadar güvenilmez olduğunu doğruladı. Dikkatle hazırladığım dört mevsimlik bavulumu alıp kapıya kilidi vurdum. Havalanında pasaport kontrolünden geçer geçmez aklımdaki tek şey bir an önce uçağa binip koltuğuma yerlesmekti. Beni 17 saatlik zorlu bir yolculuk bekliyordu ve ne kadar dinlenirsem kentin altını üstüne o kadar fazla getirebilirdim.
THY'nin her zamanki nefis yemekleriyle iyice keyife dönüşen yolculuk kah film seyrederek, kah uyuklayarak sandığımdan daha zahmetsiz biçimde sona erdi. Seattle semalarına geldiğimizde aşağı bakarken gördüğüm o yemyeşil manzara bana doğanın kucağına geldiğimi haber veriyordu...

Gerçekten de doğa kucaginin içindeyim çünkü Seattle Cascade dağları ile Pasifik okyanusunun arasında konumlaniyor. Bu özel konumu sürekli yağmur almasını sağladığı için de burası Amerika'nin en yeşil kentlerinden biri. Ekim ayı olmasına rağmen ılıman bir hava var. Havalanından otele gelene kadar gözlerim neredeyse yeşilden başka hiçbirşey görmüyor. Sonbaharın gelişiyle kızıla boyanan kimi ağaçların yarattığı görüntü de nefes kesici. Evler, tepelerin üzerinde, ağaçların arasına saklanmış. Yolda ilerlerken hiç beklenmedik anlarda, virajların ucunda karşıma denizin çıkması ise tıpkı İstanbul gibi Seattle'in da suyla içiçe bir yaşamı olduğunu gösteriyor bana. Bu kenti daha ilk görüşte seviyorum. Sempatik, sıcakkanlı, güleryüzlü bir yer burası. Unvanı "zümrüt'. Sonuna kadar hakediyor. Hele o arkadaki karlarla kaplı dağların içine sokulan körfez Seattle'in başına konan bir taç adeta. Sanki yunan mitolojisinin o ünlü yarışmalarına ev sahipliği yapan Ege kentlerinden birindeyim. Burası Amerika'da ama Amerika'nin çok dışında bir yer. Havada büyülü birşeyler var!
Hikayesi de ilginç. Seattle aslında daha önce burada yaşayan ama zorla göç ettirilen kızılderili kabilesi şefinin ismi. Toprağın asıl sahibini buralardan kovanların şefin ismini verip yerli halkı onurlandirmalari ancak Amerikalılara özgü bir davranış biçimi tabi. Seattle Kanada'dan önce son Amerikan kenti olduğu için çok çabuk gelişmiş. Altına hücum zamanında Kanada'ya gidenlerin uğrak noktası burası. Jack London'un romanlarindaki servet avcıları Seattle sokaklarını arsinlarken aklıma düşüveriyor. Nasıl düşmesin, kimbilir belki de Klondike'e zorla götürülen muhteşem köpek Buck'ta buralarda konaklamistir...Bence kentleri asıl güzel kılan şey geçmişle kurduğu bağları. Çünkü o güçlü bağlar hayallere sürükler insanı. Gerçekle masal iç içe girer. O zaman herşey daha güzel görünür.Bir şehir hayal kurdurtabiliyorsa aramızda özel bir bağ kendilinden oluşuyor. Başka hicbirseye gerek kalmadan oluşuyor üstelik. Şiirsel güzelliğiyle beni hemen tavlayan Seattle tam bir kadın. Zeki, kıvrak ve narin. Öyle olmasa o ünlü müzik grupları Nirvana, Pearl Jam ya da Alice in Chains gibi grunge müziğin dehaları bu topraklardan çıkabilir miydi? Jimi Hendrix'in aykırı ama bir o kadar da tutkulu yaşamı filiz verebilir miydi?

Seattle yürüyerek keşfedilmesi keyifli bir kent. Otobüs ve metro sayesinde günün her saati her yere ulaşılıyor. Yine de burayı New York gibi algilamamakta fayda var. Bir kere taksi kolay bulunmuyor. Hele şehir merkezinin biraz dışına çıkanın dönüş için taksi bulma şansı yok. Yapılacak tek şey telefonla bir araba şirketinden yardım istemek. Kentin işlek caddelerinde tempolu bir yaşam var. Gençlere ya da ruhunu her daim genç tutmayı başaran mutlu insanlara dönük hayatın merkezi Univercity Place yani üniversite bölgesi. Buradaki dev Barnes & Noble mağazasında vakit geçirip, hemen yanındaki hamburgerciden sadece Amerika'da olabilecek dev boyutlu hamburgeri midye indirmeyenler Seattle'in keyfini tam manasıyla çıkaramaz bana kalırsa. Hele benim gibi sonbaharda gidenler, yeşilden kızıla dönmüş güz yapraklarının üzerinde yürüyüş yapmalı mutlaka. Ben hayatımda sonbaharın bu kadar yakıştığı bir başka şehir daha görmedim. Ağaç dallarının birbirine kavuştuğu geniş caddelerde dudağına ıslık yapıştırıp, yaprak hisirtilari içinde gezinmenin tadı çok başka. Seattle'in iki farklı simgesi var. Bir tanesi uzaktan bakıldığında şehrin siluetine damgasını vuran Space Needle. Burası bir televizyon kulesi. 60'li yıllarda yapılmış ama futuristik mimarisiyle kente müthiş bir hava katıyor. Hemen yanındaki Pasifik Bilim Merkezi ve Rock'n Roll müzesi bir yarım günü keyifle gecirebileceginiz yerler. Başka bir Seattle simgesi de Smith Tower. En üst katında harika bir restoran var. Ben de bir akşamı burada geçirdim. Manzara nefes kesici. Yemekleri de hiç fena değildi. Hemen korkmayın öyle. Fiyatları o kadar da pahalı değil. İyi kalite bir şarap diye bir ısrarı olmayanlar makul fiyata harika bir akşam yemeği yiyebilir burada. Waterfront bu kentin kalabalık bölgelerinden biri. Suyla içli dişli olan her Batı kentinin illa bir Waterfrontu vardır zaten. Burası buluşma ve randevu noktası olarak da çok ise yarıyor. Zaten Seattle o kadar küçük bir yer ki neredeyse herkes şehri keşfederken birbirine mutlaka rastlıyor. Waterfront bu bakımdan en iyi randevu noktası. Yağlıboya tablolardan baharatlara kadar her türlü ilginç ürünün satıldığı Waterfont da özellikle 70 no.lu iskele çok eğlenceli. Seattle benim için doğasıyla güzel ama kent merkezindeki Public Market Center şehir merkezindeki favori mekânım oldu. Bir kere eskiye dair birşeyler var burada. Sanki aradan ikiyüz yıl hiç geçmemiş de zaman bir süreliğine yavaşlamış gibi hissediyor insan. Vitrinler eski ama çekici, mağazalar küflü ama tertemiz. Antikacilar ve sahaflar buraya çok yakışmış. Zaten Seattle son derece açık görüşlü bir kent. Eğitim seviyesi çok yüksek ve her seçimde Demokratlar'in bol oy topladığı yerlerden biri. Bu kadar çok kitapciyi başka türlü izah edemiyorum. Herkes kitap okuyor. Parklar, cafeler kitap okuyanlarla dolu. Kitaplardan söz etmişken ikinci el kitap satan mağazalardaki geçen zamandan bahsetmeden geçemem. Gicirdayan ahşap kaplamalarin üzerinde yürüyerek elli yıl öncesine ait bir kitabı incelemenin keyfi başka ne ile karşılaştırılır ki? Düşünsenize dışarıdan hafifçe içeri süzülen saksafonun notaları elimdeki küflü kitaba dokunuyor. Mış gibi kahve kokusu beni dışarı suruklese de hemen yan sokakta bir kitapçı daha var nasıl olsa. Böylece saatler geçiyor ve birden aciktiginizi farkediyorsunuz. Yemek için de en ideal yer yine Public Market Center ya da diğer adıyla Pike Center. Yemek olarak size önerim Alaska Somonu. Soğuk deniz balıklarının lezzetini ancak yiyen bilir. Dünyayı kasıp kavuran Starbucks çılgınlığı da yine bu entellektüel kentten doğmuş ya gidip bir ziyaret etmek lazım. Yemekten sonra ahşap tavanlı Starbucks'ta bir kahve yudumlamak iyi geliyor insana. Neden bilmiyorum ama Amerika'da kahveler hiçbir yerde olmadığı kadar lezzetli! içerde masa yok ama Seattle'a adım atan herkes bu kahvecinin sırrının ne olduğunu yerinde keşfetmek istiyor işte! Kahveyi alın ve hemen karşıdaki parka gidin. Ben öyle yaptım. Elimde kahve Eliott Körfezi'nin gizemli büyüsünü düşünürken yine altına hücum edenlerin katettigi soğuk Pasifik kıyılarını seyrettim. inanın bana, çok iyi geliyor. Her derde deva!

Seattle'in eski bölümü Pioneer Square. İlk yerleşim döneminin mimarisi bana ilginç geldi. Mimariye meraklı olmayanlar için çok da özel bir yer değil. Müze meraklıları için müze alternatifi bol. Burası Paris olmadığına göre müze seçenekleri de elbette farklı. Bu kenti zenginleştiren en önemli yatırım Boeing olunca müzesi de birçoklarının ilgisini çekiyor. Boeing'in uçak üretim fabrikasını merak edenler için özel turlar var. Ben bu fabrikaları gezerken Seattle'da neden bu kadar çok mutlu insan olduğunu da anladım. Çünkü Boeing burada neredeyse her eve ustihdam sağlıyor. Para kazananlar şehirdeki doğal güzelliğin de etkisiyle yüzünde tebessümle yaşıyor. Microsoft'un yönetim merkezi de burada. Redmond bölgesine gidenleri ilginç bir gezinti bekliyor. Suda yüzen köprülerin, deniz üzerinde asansör sistemi ile çalışan geçitlerin teknolojisini merak edenler için de yine özel turlar var. Müziğin yeri ise Seattle da çok başka!
Sanata ve özellikle müziğe meraklı olanların kendini cennette hissedeceği yerin adı EMP-Experience Music Project. Space Needle'in hemen yanındaki bu müze sadece ilginç mimarı için bile ziyaret edilmeli. Microsoft'un ortak kurucalrindan Paul Allen farklı kişiliğini burada da göstermiş ve Jimi Hendrix'in adı yaşasın diye bu muhteşem mekânı yaptırmış. Muhteşem diyorum çünkü burası müzik tutkunlati için müzeden de öte bir yer. Sanki bir tür müzik tiyatrosu ay da ortak ayın mekânı. Müziğin insanı derinden etkileyen o mistik gücü yaşasın diye iaratilmis sanki burası. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı binada bu amaca müthiş bir uyum gösteriyor. Tabi hiçbirşey tesadüf değil.
Benim gibi doğa tutkunu olanlar Seattle'da sıkılmaya vakit bulamaz. Kentin biraz dışında heybetli Doğ Mountain organik ciftlikleriyle ünlü. Bu çiftliklerden birinde tam gün geçirenlerin unutamayacakları bir tecrübe edinecegini garanti edebilirim. Herşeyden önce o muhteşem doğanın içinde atlarla gezinti yapmak insanın ruhunu hapsolduğu karanlıklardan çıkarıp başka diyarlara götürüyor. Hava o kadar temiz ve duru ki, sanki gökyüzünün mavisi ressamın fırçasından daha yeni çıkmış gibi. Masaların üzerinde kurulan yiyecekler, ineklerden taze sağılan sütler, dallarından yeni koparılmış meyvelerin hepsi orada. Bana bu kadarı da yetmez diyenlere enfes bir şarap ziyafeti de var! Yakınlarda da masmavi göllerin süslediği parklar var. Olimpik Dağı'nin eteklerinde yürüyüş parkurları ilginizi çekerse ulaşımı hem kolay hem de ucuz.

Alki Beach'in öyküsü ise benim için en dramatik olanı. Burada mutlaka bir kaç saat geçirmeli insan. 'Yamalı Bohça' yani altına hücumu başlatan fakirlerin ilk yerleştiği kızılderili bölgesi burası. Yani beyaz adamın kara gölgesinin ilk görüldüğü yer. Sonrası malum. Birkaç yüz dolar karşılığında satılmak zorunda bırakılan kıymetli topraklar. Bu kumsaldan beyaz tenlileri görünce ne düşündüler bilmiyorum ama sonlarının bu kadar dramatik olacağını akıl etmediklerine eminim. Alki Beach'te gezerken bu hazin öyküyü düşünmeden edemiyor insan.
Doğası, insanı, geniş kaldırımları, her köşeden yükselen müziği ve melankolik yağmuruyla çok farklı bir yer Seattle. Yükseklerde bir yere çıkıp kenti seyrediyorum. Pasifige açılan muhesem körfezi çevreleyen yeşil tepeler akşam güneşini selamlıyor. Soğuk buzullara akan okyanus sularının sokulduğu koyların kumsallarinda top oynayan çocukların neşeli çığlıkları kulaklarımda . Aklıma yine eski dost Jack London ve şaheseri 'Call of the Wild' düşüyor. Hani "Yabanın Çağrısı" romanında o evcillestirilmis köpek Buck vardır. Romanın ana karakteri de odur zaten. Buck altına hücum döneminde yaşadığı kentin konforlu ortamından kaçırılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Yok edilen Kizilderilerin toprakları Seattle. Acılar çeken ruhların ülkesi. Buck Klondike'e altına gidenlere hizmet etti. Kötüyü gördü ama sonra o kârlı tepelerde ruhunu buldu. Özüne döndü! Kızılderili şefi Seattle'in beyaz adam yazdığı mektubundaki sözleri kulaklarımda yankılanıyor kentin tepelerinde : "Gökyüzü nasıl satılır? Ya da satın alınır? Ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine suyun şakırtısına sahip olmazsa onu nasıl satabilir? Siz onu bizden nasıl satın alabilirsiniz? "
Beyaz adam zorla da olsa aldı o toprakları. Ama tıpkı Jack London'un unutulmaz karakteri Buck gibi Kızılderililerin ruhu hala yaşıyor buralarda. Benim ruhumsa bu tepeleri seyretmenin coşkusuyla yüreğimde kelebekleri uçuruyor... Kızılderili şef Seattle'a selam olsun!


8 Kasım 2010 Pazartesi

FARKLI OLANIN IZINDE




Gezmek lazım Dünyanın bir çok ülkesine seyahat ettim. Benim için seyahat çocukluk fantazilerimin duslerle buluştuğu, istediğim zaman gözlerimi kapatıp dokunarak hissettiğim, istediğimde tüm benligimi zorlayarak hayretten iyice büyümüş gözlerime baktığım her yeni şeyi ikram ettiğim bir ziyafet oldu. Ne zaman bavul toplayıp bir yerlere gitsem içimde tuhaf bir tedirginlik doğar. insanın içini maceraya' bilinmeyene açması zordur. 'Hadi kalk git' diyen rüzgârlar ne kadar sert eserse essin emniyeti tercih eder bir yanımız. Uzaklık duygusu içimize düşünce sıcak evin konforu galip gelir çoğu zaman. Tedirginliğin sert girdabı tuzaklarını kurar işte böyle zamanlarda. Gidip görmek yerine çoğu zaman kalıp okumayı tercih ederiz. Ben 'orada olma' güdüsüyle yaşadım hep. Hiç durmadım, bulutların üzerinde kendimi daha da ozgurlestirdim. Seyahat iyi gelir insana. Baskalastirir. Tıpkı edebiyat gibi seyahatler de insanı daha iyi birer kalp taşımaya zorlar. Farketmeyiz. içimizdeki ses özgürleşmek için bağırıp dursa da onu hep dizginleriz. Uzaklasmayiz.
Amerikalı muhteşem yazar Jack London'un " Call of the Wild / Yabanın Çağrısı" romanında evcillestirilmis köpek Buck baskarakterdir. Roman onun üzerine kuruludur. Buck yaşadığı kentin konforlu ortamından ayrılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Herşey hayalle başlıyor. İlk yolculuğa çıktığımda cebimde sadece beşyüz Dolar vardı. Okyanus ötesine gidiyordum. Tedirgindim. O seyahat hayatımı değiştirdi. Dünyayı başka pencerelerden seyretmeyi öğrendim. Hadi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bir ay dilediğiniz yerde tatil yapma hakkınız var. Tüm yılın yorgunluğunu atacağınız tam bir aylık tatil! Sıradan ülkeleri, artık gitmekten sıkıldığınız kentleri boşverin. Robert Frost 'daha az kullanılan yolu seçin' derken haklı bana kalırsa. Farklı olanı yapmak her zaman kolay olmasa da maceralara açtığı kapılarla bambaşka dünyaları kesfettiriyor. Bugün unutulmaz şair Frost'un izinden yürümek geldi içimden.
1. MıSıR'DA TARİHE YOLCULUK
Mısır dünyanın en gizemli yolculukları için ideal. içinizde biraz olsun ındiana Jones'un ruhu yaşıyorsa sakin onu öldürmeyin. Tapınakları inşa edenlerin hayal gücü hala yaşıyor bu topraklarda. Mısır'a adım attığım andan itibaren ruhum büyülü toprakların havasıyla hemen bütünleşiyor. Unutulmaz bir seyahatin ilk adımı başkent Kahire'deki Mena House Oberoi oteli. Montgomery Süite bu otelin en muhteşem odası. Piramitlerin olduğu Giza Platosu'nun hemen yanındaki bu otel bir asır boyunca gezginlerin macera hevesine ev sahipliği yapmış. Manzara büyüleyici. Piramitlerin gölgesindeki bu otelde zaman kavramı bir anda yok oluyor. Kahire'deki Mısır Müzesini gezmeden önce sabahın erken saatlerini fotoğraf çekmeye ayırmak akıllıca. Nedeni basit. Sfenksler en iyi gün doğarken fotograflaniyor. Ben Kahire'yi bir günde bitirdim ama isterseniz uzatabilirsiniz. Nil kıyısında tekne gezintisi insanın tulerini diken diken ediyor benden hatırlatması. Mısır'in en etkileyici yerlerinden biri Siwa Oasis. Burada ekolojik bir otel var. Adrere Amellal, Mısır Çölü'ndeki Berberilerin yaşam sürdüğü alanın tam ortasında. Bölgeyi güzelleştiren küçük göllerin ve su kaynaklarının yarattığı görüntü unutulmaz. Mısır Kraliçesi Kleopatra'nin banyo yaptığı bu kaynakların çevresinde kerpiç evler var. Sekiz katlı bu evlerin çoğu zaman içinde büyük hasar görmüş olsa da başka gizemli hikayeleri fısıldıyor kulaklara. Siwa'dan sonra Aswan'a geçip Sonesta Star Goddess teknesine binerseniz bu ülkenin kalbine yolculuğunuz da başlamıştır artık. 3 gecelik gezinin en heyecan verici durağı Krallar Vadisi. Luxor'da Hotel Al Moudira ve Şarm el Şeyh'te Four Season Resort otelde kalanların pişman olacağını hiç sanmam. Kızıldeniz'in kumsalı o kadar beyaz ki insan sonsuza kadar burada kalmak istiyor. Bana göre Mısır gezisini unutulmaz kılan mekan Kraliçe Nefertiti'nin Kraliceler Vadisi'ndeki mezarı. Burası dar merdivenleri olan çok küçük bir alan. ışıklar aşağı inince yanıyor ve konuşmak kesinlikle yasak ve ziyaretçiler sadece 20 dakika kalabiliyor. Emin olun hayatınızdaki en heyecan verici anlardan birini yaşayacaksınız!
2. YENİ ZELANDA'DA UÇUŞ KEYFİ
Evet biliyorum çok uzak ama artık hayayolu şirketleri o kadar konforlu seyahat imkanı sunuyor ki bir ülkenin uzak olması eskisi kadar yorucu değil. Yeni Zelanda'ya özellikle Dubai aktarmalı seyahatler işi kolaylaştırıyor. Dünyanın en dibindeki Yeni Zelanda'ya en yakın ülke Avustralya. Hal böyle olunca müthiş bir izolasyon duygusu yaşanıyor. Dünyanın en güzel ülkelerinden biri.Vahşi doğanın el değmemiş güzelliği büyüleyici. Yeni Zelanda benim için en heyecan verici destinasyonlardan biri çünkü insan doğanın tartışmasız üstünlüğü var burada. İnsan gözünü rahatsız edecek hiçbirşey yok! Aucland'a indiğinizde biraz yorgunluk hissedeceksiniz tabi ama size güzel bir haberim var. Adalar Köyü'ndaki Cavalli ısland oteldeki villalarda muhteşem bir tatil sizi bekliyor. Otelin özel yatıyla koylarda yaptığımız gezi adetagorsel bir şölen oldu. Koyların güzelliği karşısında insan söyleyecek söz bulamıyor. Yeni Zelanda'da yollar dar ve kavisli. Araba ile keşif tavsiye edilmiyor. ilginç ama gideceğiniz yere helikopterle ulaşmak en doğru seçim. Hem ucuz hem de helikopterle bu muhteşem ülkeyi havadan seyretme ayrıcalığını kazaniyorsunuz. Her yoculuk ayrı bir görsel şölen, adrenalin de çabası! Yeni Zelanda aslında iki adadan oluşan bir ülke. Kuzey ve Güney adası. Maori savaşçıları ile tanışmak öyle kolay değil. Maori köyüne her gelen ziyaretçinin cesaretini ispatlaması gerekiyor. işsiz çalılıklar arasında tam bir köşe kapmaca oynanıyor. Maori savaşçılarının attığı mizraklardan kurtulabilirseniz koyun şefi ile tanışma onuruna erisebilirsiniz. Size benden tüyo: kurulan pusulara basmamak için gözünüzü yerden ayırmadan saklanmaya çalışın! Christchurch'ten Queenstown kentine giderken yine uçmak gerekiyor. Silverpine oteli inanılmaz bir yer. Hemen yanındaki şarap vadisinde gerçek bir şarap ziyafetine hazırlıklı olun. Gibbston Valley şarapları artık tüm dunayada tanınıyor. Uçsuz bucaksız şarap vadilerinde kaybolmanın keyfi hicbirseyde yok!
3. AFRİKA'DA SOYU TUKENENLERİN İZİNDE SAFARİ
Gözlerinizi bir an kapatın. Yer Virunga Dağları'nin etekleri... Uçsuz bucaksız tarlalar, sessizce otlayan vahşi hayvanlar. Gözünüzü bir an çevirin, sağda biraz ileride sık bambu ağaçlarının tüm doğayı gizlediği yağmur ormanları var. Bu ormanlar Afrika duzluklerinin sırlarını örten, gizemli dünyaları sağlam bir kale gibi koruyan doğa harikası. Ormanların içinde bugün sayıları sadece 700 olan dağ gorilleri var. Sayısız köprülerden geçerek ulaştığım bu ormanın içindeki öldürücü sessizliği dinlemek için böyle bir yolculuğa çıkmaya değer! Dev lav katmanları ve volkanik kayaları aşmak da yetmiyor. Çağlayanların üzerindeki incecik köprüleri asmaniz gerek! En küçük bir ses insanın yüreğini ağzına getirmeye yetiyor. Tedirginliğin iyice bilediği heyecan duygusu unutulacak gibi değil. Burası Ruanda. Afrika'da hayvanlar avlanıyor. Özellikle filler tehlikede. Bu bölgelere yapılan ziyaretler bu zavallı hayvanların tek yaşam şansı çünkü bu sayede geler elde edileceğinden yasak avlanmanın önüne geçilebilecek. Kenya'da Ol Donyo Wuas kampı böyle bir amaca hizmet veriyor. Great Plains oteli'nde kalan ziyaretçiler Masai yerlileriyle doğal yaşamı kesfedebiliyor. Atlarla ya da ciple bölgeyi gezerken muazzam tabiatın içinde ruhlarımız temizleniyor. Yine Tanzanya'nin güneyindeki Selous çok özel bir yer. Burada çadırlarda kaldık ama bu çadırların içi son derece lüks ve konforlu. Özellikle geceleri vahşi hayvanların sesini duyarakuyumaya çalışmak çok farklı bir deneyim. Botswana'nin kuzeyindeki 130 bin hektar alana yayılan Selinda bölgesinde 3 ayrı kamp var. En iyisi gölün kenarındaki Zarafa Kampı. Burada yaklaşık dokuz bin fil yaşıyor. Sabah saat beste kalkıp bu filleri seyretmek diyumsuz bir tat yaşatıyor. Bugün bile Teşvikiye'deki evimde her gece yatarken uçsuz bucaksız savanlarda yaşam mücadelesi veren yaban hayvanlarını siluetini düşünmeden uyuyamıyorum...Manzara o kadar çarpıcı!
4. GÜNEY AMERİKA'DA DANS
Güney Amerika insanlarının hayata olumlu bakış açısının her yerde hissedildiği bir kıta. Evet yoksulluk var, evet sorun yumağının içinde bir türlü istikrarı bulamayan ülkelerin mücadelesi can yakıyor. Ne olursa olsun herşeye rağmen burada hayat çok canlı akıyor. Güney Amerika'ya adım attığınız andan itibaren müziğin ritmine kapılmamak imkansız! Brezilya kıtanın can damarı. Kalabalık şehirleri, harika yemekleri ve neşeli insanlarıyla benim vazgecemedigim seyahat destinasyonlarından biri. Sao Paolo ülkenin en büyük kenti ama bana kalırsa burada fazla vakit kaybetmeyin. Unutulmaz tatilin adresi Rio. Tepelerin üzerine kurulan bu kentte gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutamayacağım. Tek kelimeyle enfes! Sonsuzluk duygusunu başka nerede yaşadım bilmiyorum. Copacabana, İpenama, Leblon ve Barra da Tijuca kumsalları güneşi doyasıya hissedeceginiz yerler. Şubat ve Mart ayları karnaval mevsimi ama ben karnaval zamanında Rio tatilinin akıl kârı olmadığını düşünüyorum. Fiyatlar pahalı, otellerde yer yok. Tam bir karmaşa var yılın bu döneminde ama herşeye razıysanız eğlencenin sınırı yok. Sambanin büyülü cazibesi hicbirseyle karşılaştırılamaz. Urca Rio'nun sevimli bir kasabası. Dört katlı evleriyle keyifli tatil için çok uygun bir mekan. Teleferikle ulaşılan Sugarloaf dağları alternatif tatiller için çok ideal. Temiz havası ve olağanüstü şirin otelleriyle ünlü. Dünyanın en geniş tropikal ormanı Tijuca yağmur ormanları gördükten sonra buraya tekrar gelmek isteyeceginize eminim.
Güney Amerika'nin en ilginç ülkelerinden biri de Şili. Başkent Santiago harika bir kent ama benim için Valparaiso bu ülkenin en etkileyici kenti. 3 saatlik bir araba yolculuğu sonunda ulaştığımız Valparaiso, UNESCO'nun koruma altına aldığı bir masal diyarı. Şili Ulusal Kongresi'nin burada olması nedeni ile çoğu gezgin burayı başkent sanıyor ama öyle değil. Gerçi bana göre Valpariso tam bir kültür başkenti. Kendine özgü mimarisi, arnavut kaldırımlı sokakları, tepe üzerine kurulu şirin mahalleleri ile bu kent benim için zamanda yolculuğun giriş kapısıydı. Kentin kelime anlamını araştırdım, Valpariso "Cennet Vadisi" anlamına geliyor. Bir isim bir kente bu kadar yakışır. Burada yaşayanların hayata tutku ile bağlandığını anlamak hiç zor değil, hepsi karakter sahibi evlerin rengi bile bu yoksul ama neşeli insanların dünyaya bakış şekli hakkında ipuçları veriyor.Bu şirin liman kentinin hemen yanıbaşında Vina del Mar var. Orası da bir deniz kenti ama tarihi sokaklarının arasında gönüllü kaçışlara imkan veren Val Paraiso ile karşılaştırılamaz. Val Paraiso'da en az bir gece kalıp sabah saatlerinin güzelliğini yaşamak gerekiyor. Grand Hotel Gervasoni, Peurta De Alçala Hotel Valparaiso, Ultramar kentin iyi otelleri, fiyatları da gecelik 80 doları geçmiyor.
5. UZAKDOĞU'DA SUSHİ KEYFİ
Japonya farklı bir yer. Bilmek gerekiyor. Bu ülkede sıradan bir turist gibi gezenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Japonya'yi gerçekten hissetmek için onu içerden keşfetmek gerekiyor. Bunun için de bol zaman şart. Olsun. Ne de olsa tatil için bir ayımız var. Zaman kalırsa hemen yanıbaşındaki Kore'ye bile gidebiliriz. Japonya'ya kiraz çiçeklerinin açtığı ilkbahar aylarında gidenler bambaşka bir ülkeyle karşılaşıyor. Japonya gezisini unutulmaz kılan bir şey var. Bu ülkede otelde değilde ryokan adı verilen Japon hanlarında kalmak unutulmaz bir seyahatin ilk adımı. Bu hanları işleten aileleri tanımıyorsanız işiniz zor ama tüyo alacağınız birileri varsa keyifli bir tatil garanti demektir. Kyoto ve Nara gibi kentlerde Japonya'nin dingin ve insana huzur veren sakin havası var. Kyoto'daki Tawaraya Ryokan çok eski bir ailenin işlettiği büyüleyici bir mekan. Geleneksel ahşap kuvetlerde banyo yapıp, odaların açıldığı Japon Bahçeleri'nde dinlenmek insanda çok farklı duygular uyandırıyor. Hani ölmeden önce yapılması gerekenlerden.Trenle başkente 3-4 saat uzaktaki bu kentleri keşfetmek büyük keyif. Tokyo gece düzenli bir kent, gece hayatı renkli ve dinamik. Yine de giderek daha fazla batılı görünüme giren uzakdoğu kentlerinin aksine Tokyo'da doğunun kendine özgü mistik havası var. The Peninsula Tokyo oteli öncelikli tavsiyem. Finans bölgesi Marunouchi ve İmparatorluk Sarayı'nin tezat görüntüsü ilginç. Ginza Caddesi'nde alışveriş, Roppongi bölgesinde sabaha kadar müzik ve eğlence var. Tokyo'nun en iyi Sushi Lokantası ise bir bir gökdelenin zemin katında.
6. ALASKA'DA BUZUL MACERASı
Alaska ABD'nin en büyük eyaleti ama nüfusu en az olan eyalet de burası. Alaska, büyüleyici dağ manzaraları, parlak golleri, hareketli buzulları, rengarenk çiçekli çayırları, ormanları ve vahşi hayatı ile dünyada ender bulunan, el değmemiş bölgelerden biri. Tren, otobüs, tekne, kano bisikletle inanılmaz bir doğanın tam ortasindayim. Büyük bir şehir olan Anchorage'den, kuzeydeki küçük Talkeetna maden kasabasına uğrayınca dünyada ne kadar önemsiz olduğumuzu bir kez daha anladım. Her yerde süren yaşam savaşı burada da var. Dostluklar ve güleryüz burada daha da sıcak. Dağları ve golleri ile bu el değmemiş kara parçasında adım atmak uzaya gitmekle eşdeğer bir bakıma. İzolasyon dygusu had safhada. Bir o kadar da güzel. Kahverengi ayıları ile el değmemiş Denali Milli Parkı bugüne kadar gördüğüm en yeşil yer. Güneyde vahşi doğanın içindeki Alyeska Dağı'nda kamp yapmanı keyfi başka nerede bulunabilir? Ya da o harika liman şehri Seward ve görkemli buzulları ve balinaları ile büyüleyici Kenai Fjords Milli Parkı'na uzanan unutulmayacak bir yolculuk bu. Bakmayın siz benim uzaya gitmekle eşdeğer dediğime, bu muhteşem doğaya ulaşmak Frankfurt'dan sadece 9 saat 45 dakikalık bir uçuş mesafesinde. Alaska'nin en önemli tarım alanlarından Matanuska-Susitna Vadisinden geçmek inanılmaz bir deneyim. Üç büyük sıradağ Alaska, Talkeetna ve Chugach Dağları ile çevrili vadide pek çok dağ geçitleri ve altın madenleri var. 500 kişilik nüfusu ile bizi dostça karşılayan Talkeetna halkına sözüm olsun. Birgün mutlaka geri döneceğim!