9 Kasım 2010 Salı

KIZILDERILI SEATTLE

1993 senesiydi. Masmavi gökyüzünün altında boğaz suları İstanbul güneşinin serpistirdigi ışıltılarla oynaşıyordu. Bu muazzam görüntüye son kez baktım. Ruhumu kaplayan hüzün , kalbimdeki heyecana galip geliyordu. Dün gibi hatırlıyorum. Yeni dünyaya ilk kez ucacaktim. Benim için zor bir karardı. Geride sevgili bir aileyi, sımsıkı sarıldığım dostlarımı birakiyordum. Kolay değildi. Saatler süren yolculuğun bitimine yakın uçağın penceresinden New York semalarını izlerken İstanbul'u beş yıllığına terkettigim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Benimkisi bir maceraydı ama o macera bir yaşama dönüştü. Orada tam beş yıl kaldım. Amerika cezbeder insanı, baştan çıkarır.
Aradan 17 yıl geçti. Aradaki onca zamana rağmen Amerika'ya yaptığım yolculukların heyecanı hiç değişmedi. Her gittiğimde yeni bir şey keşfettim, yeni serüvenler yaşadım. Her yolculuk bir şölene dönüştü.
Seattle'a gideceğimi öğrendiğimde içimi yine o aşina heyecan rüzgârı kapladı. Hemen valizimi hazırladım. Seattle valizini hazırlamak da öyle kolay değil aslında. Bir kere bu kentin havası öyle New York ya da Los Angeles gibi istikrarlı değil. Yıllar önce bir arkadaşımdan ne zaman yağmur yağacağını , ne zaman güneş açacağını kimsenin kestiremedigini duymuştum. İnternette yaptığım kısa bir araştırma bu kentte havanın ne kadar güvenilmez olduğunu doğruladı. Dikkatle hazırladığım dört mevsimlik bavulumu alıp kapıya kilidi vurdum. Havalanında pasaport kontrolünden geçer geçmez aklımdaki tek şey bir an önce uçağa binip koltuğuma yerlesmekti. Beni 17 saatlik zorlu bir yolculuk bekliyordu ve ne kadar dinlenirsem kentin altını üstüne o kadar fazla getirebilirdim.
THY'nin her zamanki nefis yemekleriyle iyice keyife dönüşen yolculuk kah film seyrederek, kah uyuklayarak sandığımdan daha zahmetsiz biçimde sona erdi. Seattle semalarına geldiğimizde aşağı bakarken gördüğüm o yemyeşil manzara bana doğanın kucağına geldiğimi haber veriyordu...

Gerçekten de doğa kucaginin içindeyim çünkü Seattle Cascade dağları ile Pasifik okyanusunun arasında konumlaniyor. Bu özel konumu sürekli yağmur almasını sağladığı için de burası Amerika'nin en yeşil kentlerinden biri. Ekim ayı olmasına rağmen ılıman bir hava var. Havalanından otele gelene kadar gözlerim neredeyse yeşilden başka hiçbirşey görmüyor. Sonbaharın gelişiyle kızıla boyanan kimi ağaçların yarattığı görüntü de nefes kesici. Evler, tepelerin üzerinde, ağaçların arasına saklanmış. Yolda ilerlerken hiç beklenmedik anlarda, virajların ucunda karşıma denizin çıkması ise tıpkı İstanbul gibi Seattle'in da suyla içiçe bir yaşamı olduğunu gösteriyor bana. Bu kenti daha ilk görüşte seviyorum. Sempatik, sıcakkanlı, güleryüzlü bir yer burası. Unvanı "zümrüt'. Sonuna kadar hakediyor. Hele o arkadaki karlarla kaplı dağların içine sokulan körfez Seattle'in başına konan bir taç adeta. Sanki yunan mitolojisinin o ünlü yarışmalarına ev sahipliği yapan Ege kentlerinden birindeyim. Burası Amerika'da ama Amerika'nin çok dışında bir yer. Havada büyülü birşeyler var!
Hikayesi de ilginç. Seattle aslında daha önce burada yaşayan ama zorla göç ettirilen kızılderili kabilesi şefinin ismi. Toprağın asıl sahibini buralardan kovanların şefin ismini verip yerli halkı onurlandirmalari ancak Amerikalılara özgü bir davranış biçimi tabi. Seattle Kanada'dan önce son Amerikan kenti olduğu için çok çabuk gelişmiş. Altına hücum zamanında Kanada'ya gidenlerin uğrak noktası burası. Jack London'un romanlarindaki servet avcıları Seattle sokaklarını arsinlarken aklıma düşüveriyor. Nasıl düşmesin, kimbilir belki de Klondike'e zorla götürülen muhteşem köpek Buck'ta buralarda konaklamistir...Bence kentleri asıl güzel kılan şey geçmişle kurduğu bağları. Çünkü o güçlü bağlar hayallere sürükler insanı. Gerçekle masal iç içe girer. O zaman herşey daha güzel görünür.Bir şehir hayal kurdurtabiliyorsa aramızda özel bir bağ kendilinden oluşuyor. Başka hicbirseye gerek kalmadan oluşuyor üstelik. Şiirsel güzelliğiyle beni hemen tavlayan Seattle tam bir kadın. Zeki, kıvrak ve narin. Öyle olmasa o ünlü müzik grupları Nirvana, Pearl Jam ya da Alice in Chains gibi grunge müziğin dehaları bu topraklardan çıkabilir miydi? Jimi Hendrix'in aykırı ama bir o kadar da tutkulu yaşamı filiz verebilir miydi?

Seattle yürüyerek keşfedilmesi keyifli bir kent. Otobüs ve metro sayesinde günün her saati her yere ulaşılıyor. Yine de burayı New York gibi algilamamakta fayda var. Bir kere taksi kolay bulunmuyor. Hele şehir merkezinin biraz dışına çıkanın dönüş için taksi bulma şansı yok. Yapılacak tek şey telefonla bir araba şirketinden yardım istemek. Kentin işlek caddelerinde tempolu bir yaşam var. Gençlere ya da ruhunu her daim genç tutmayı başaran mutlu insanlara dönük hayatın merkezi Univercity Place yani üniversite bölgesi. Buradaki dev Barnes & Noble mağazasında vakit geçirip, hemen yanındaki hamburgerciden sadece Amerika'da olabilecek dev boyutlu hamburgeri midye indirmeyenler Seattle'in keyfini tam manasıyla çıkaramaz bana kalırsa. Hele benim gibi sonbaharda gidenler, yeşilden kızıla dönmüş güz yapraklarının üzerinde yürüyüş yapmalı mutlaka. Ben hayatımda sonbaharın bu kadar yakıştığı bir başka şehir daha görmedim. Ağaç dallarının birbirine kavuştuğu geniş caddelerde dudağına ıslık yapıştırıp, yaprak hisirtilari içinde gezinmenin tadı çok başka. Seattle'in iki farklı simgesi var. Bir tanesi uzaktan bakıldığında şehrin siluetine damgasını vuran Space Needle. Burası bir televizyon kulesi. 60'li yıllarda yapılmış ama futuristik mimarisiyle kente müthiş bir hava katıyor. Hemen yanındaki Pasifik Bilim Merkezi ve Rock'n Roll müzesi bir yarım günü keyifle gecirebileceginiz yerler. Başka bir Seattle simgesi de Smith Tower. En üst katında harika bir restoran var. Ben de bir akşamı burada geçirdim. Manzara nefes kesici. Yemekleri de hiç fena değildi. Hemen korkmayın öyle. Fiyatları o kadar da pahalı değil. İyi kalite bir şarap diye bir ısrarı olmayanlar makul fiyata harika bir akşam yemeği yiyebilir burada. Waterfront bu kentin kalabalık bölgelerinden biri. Suyla içli dişli olan her Batı kentinin illa bir Waterfrontu vardır zaten. Burası buluşma ve randevu noktası olarak da çok ise yarıyor. Zaten Seattle o kadar küçük bir yer ki neredeyse herkes şehri keşfederken birbirine mutlaka rastlıyor. Waterfront bu bakımdan en iyi randevu noktası. Yağlıboya tablolardan baharatlara kadar her türlü ilginç ürünün satıldığı Waterfont da özellikle 70 no.lu iskele çok eğlenceli. Seattle benim için doğasıyla güzel ama kent merkezindeki Public Market Center şehir merkezindeki favori mekânım oldu. Bir kere eskiye dair birşeyler var burada. Sanki aradan ikiyüz yıl hiç geçmemiş de zaman bir süreliğine yavaşlamış gibi hissediyor insan. Vitrinler eski ama çekici, mağazalar küflü ama tertemiz. Antikacilar ve sahaflar buraya çok yakışmış. Zaten Seattle son derece açık görüşlü bir kent. Eğitim seviyesi çok yüksek ve her seçimde Demokratlar'in bol oy topladığı yerlerden biri. Bu kadar çok kitapciyi başka türlü izah edemiyorum. Herkes kitap okuyor. Parklar, cafeler kitap okuyanlarla dolu. Kitaplardan söz etmişken ikinci el kitap satan mağazalardaki geçen zamandan bahsetmeden geçemem. Gicirdayan ahşap kaplamalarin üzerinde yürüyerek elli yıl öncesine ait bir kitabı incelemenin keyfi başka ne ile karşılaştırılır ki? Düşünsenize dışarıdan hafifçe içeri süzülen saksafonun notaları elimdeki küflü kitaba dokunuyor. Mış gibi kahve kokusu beni dışarı suruklese de hemen yan sokakta bir kitapçı daha var nasıl olsa. Böylece saatler geçiyor ve birden aciktiginizi farkediyorsunuz. Yemek için de en ideal yer yine Public Market Center ya da diğer adıyla Pike Center. Yemek olarak size önerim Alaska Somonu. Soğuk deniz balıklarının lezzetini ancak yiyen bilir. Dünyayı kasıp kavuran Starbucks çılgınlığı da yine bu entellektüel kentten doğmuş ya gidip bir ziyaret etmek lazım. Yemekten sonra ahşap tavanlı Starbucks'ta bir kahve yudumlamak iyi geliyor insana. Neden bilmiyorum ama Amerika'da kahveler hiçbir yerde olmadığı kadar lezzetli! içerde masa yok ama Seattle'a adım atan herkes bu kahvecinin sırrının ne olduğunu yerinde keşfetmek istiyor işte! Kahveyi alın ve hemen karşıdaki parka gidin. Ben öyle yaptım. Elimde kahve Eliott Körfezi'nin gizemli büyüsünü düşünürken yine altına hücum edenlerin katettigi soğuk Pasifik kıyılarını seyrettim. inanın bana, çok iyi geliyor. Her derde deva!

Seattle'in eski bölümü Pioneer Square. İlk yerleşim döneminin mimarisi bana ilginç geldi. Mimariye meraklı olmayanlar için çok da özel bir yer değil. Müze meraklıları için müze alternatifi bol. Burası Paris olmadığına göre müze seçenekleri de elbette farklı. Bu kenti zenginleştiren en önemli yatırım Boeing olunca müzesi de birçoklarının ilgisini çekiyor. Boeing'in uçak üretim fabrikasını merak edenler için özel turlar var. Ben bu fabrikaları gezerken Seattle'da neden bu kadar çok mutlu insan olduğunu da anladım. Çünkü Boeing burada neredeyse her eve ustihdam sağlıyor. Para kazananlar şehirdeki doğal güzelliğin de etkisiyle yüzünde tebessümle yaşıyor. Microsoft'un yönetim merkezi de burada. Redmond bölgesine gidenleri ilginç bir gezinti bekliyor. Suda yüzen köprülerin, deniz üzerinde asansör sistemi ile çalışan geçitlerin teknolojisini merak edenler için de yine özel turlar var. Müziğin yeri ise Seattle da çok başka!
Sanata ve özellikle müziğe meraklı olanların kendini cennette hissedeceği yerin adı EMP-Experience Music Project. Space Needle'in hemen yanındaki bu müze sadece ilginç mimarı için bile ziyaret edilmeli. Microsoft'un ortak kurucalrindan Paul Allen farklı kişiliğini burada da göstermiş ve Jimi Hendrix'in adı yaşasın diye bu muhteşem mekânı yaptırmış. Muhteşem diyorum çünkü burası müzik tutkunlati için müzeden de öte bir yer. Sanki bir tür müzik tiyatrosu ay da ortak ayın mekânı. Müziğin insanı derinden etkileyen o mistik gücü yaşasın diye iaratilmis sanki burası. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı binada bu amaca müthiş bir uyum gösteriyor. Tabi hiçbirşey tesadüf değil.
Benim gibi doğa tutkunu olanlar Seattle'da sıkılmaya vakit bulamaz. Kentin biraz dışında heybetli Doğ Mountain organik ciftlikleriyle ünlü. Bu çiftliklerden birinde tam gün geçirenlerin unutamayacakları bir tecrübe edinecegini garanti edebilirim. Herşeyden önce o muhteşem doğanın içinde atlarla gezinti yapmak insanın ruhunu hapsolduğu karanlıklardan çıkarıp başka diyarlara götürüyor. Hava o kadar temiz ve duru ki, sanki gökyüzünün mavisi ressamın fırçasından daha yeni çıkmış gibi. Masaların üzerinde kurulan yiyecekler, ineklerden taze sağılan sütler, dallarından yeni koparılmış meyvelerin hepsi orada. Bana bu kadarı da yetmez diyenlere enfes bir şarap ziyafeti de var! Yakınlarda da masmavi göllerin süslediği parklar var. Olimpik Dağı'nin eteklerinde yürüyüş parkurları ilginizi çekerse ulaşımı hem kolay hem de ucuz.

Alki Beach'in öyküsü ise benim için en dramatik olanı. Burada mutlaka bir kaç saat geçirmeli insan. 'Yamalı Bohça' yani altına hücumu başlatan fakirlerin ilk yerleştiği kızılderili bölgesi burası. Yani beyaz adamın kara gölgesinin ilk görüldüğü yer. Sonrası malum. Birkaç yüz dolar karşılığında satılmak zorunda bırakılan kıymetli topraklar. Bu kumsaldan beyaz tenlileri görünce ne düşündüler bilmiyorum ama sonlarının bu kadar dramatik olacağını akıl etmediklerine eminim. Alki Beach'te gezerken bu hazin öyküyü düşünmeden edemiyor insan.
Doğası, insanı, geniş kaldırımları, her köşeden yükselen müziği ve melankolik yağmuruyla çok farklı bir yer Seattle. Yükseklerde bir yere çıkıp kenti seyrediyorum. Pasifige açılan muhesem körfezi çevreleyen yeşil tepeler akşam güneşini selamlıyor. Soğuk buzullara akan okyanus sularının sokulduğu koyların kumsallarinda top oynayan çocukların neşeli çığlıkları kulaklarımda . Aklıma yine eski dost Jack London ve şaheseri 'Call of the Wild' düşüyor. Hani "Yabanın Çağrısı" romanında o evcillestirilmis köpek Buck vardır. Romanın ana karakteri de odur zaten. Buck altına hücum döneminde yaşadığı kentin konforlu ortamından kaçırılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Yok edilen Kizilderilerin toprakları Seattle. Acılar çeken ruhların ülkesi. Buck Klondike'e altına gidenlere hizmet etti. Kötüyü gördü ama sonra o kârlı tepelerde ruhunu buldu. Özüne döndü! Kızılderili şefi Seattle'in beyaz adam yazdığı mektubundaki sözleri kulaklarımda yankılanıyor kentin tepelerinde : "Gökyüzü nasıl satılır? Ya da satın alınır? Ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine suyun şakırtısına sahip olmazsa onu nasıl satabilir? Siz onu bizden nasıl satın alabilirsiniz? "
Beyaz adam zorla da olsa aldı o toprakları. Ama tıpkı Jack London'un unutulmaz karakteri Buck gibi Kızılderililerin ruhu hala yaşıyor buralarda. Benim ruhumsa bu tepeleri seyretmenin coşkusuyla yüreğimde kelebekleri uçuruyor... Kızılderili şef Seattle'a selam olsun!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder