8 Nisan 2009 Çarşamba

OSLO / VELKOMMEN TIL OSLO LUFTHAVN!

İskandinav ülkeleri her zaman ilgimi çekti. Yeşilin maviyle en vahşi biçimde bütünleştiği bu bakir topraklarda zaman neredeyse yok gibidir. Ya da zaman hızla akıp gider de biz farkına varamayız. Yaşamın durağan akışına teslim olan İskandinav insanı ise hep gizemli bir havaya sahiptir bu hava onlara haksız bir şöhret de kazanmıştır. Soğuk mavi gözleri ile hiç tanımadığı insanları şüpheyle süzen İskandinav insanı aradan zaman geçip karşısındakini tanıyınca dünyanın en sıcak kanlı insanı oluverir. Beni en çok çeken hangisi bilmiyorum, soğuk İskandinav diyarlarının sıcak insanları mı, yoksa her daim gri gökyüzünün melankolik cazibesi mi? Bu soruya cevap vermek zor ama nedeni ne olursa olsun ben İskandinavya yolculuklarını hep içimde tarifsiz bir sevinçle yapıyorum.

Bir türlü dolaba kaldıramadığım bavulumu toplayıp  rotayı kuzeyin prensi Norveç'e çevirdiğimde o kıpır kıpır heyacan yine içime sokuluverdi. İskandinav ülkelerinin ne kadar pahalı olduğunu bildiğimden çok dikkatli hazırlanan bir bütçe ile hareket etmeye karar verdim. Toplam 5 gün içinde vaktimi çok iyi kullanıp mümkün olan her yere girmeyi planlıyordum tabi bu da oldukça şişkin bir maliyet anlamına geliyordu. Malum İskandinav ülkelerinde en büyük harcama kalemi ulaşım...

Türk Hava Yolları'nın Oslo seferinin kalkmasına dakikalar kala heyecanım giderek artıyordu. Umduğumdan daha kalabalık uçağın penceresinden aceleyle çalışan kargo işçilerini seyrederken İstanbul'u çok sevdiğimi düşünüyordum. Sadece 3 saat sonra Norveç'in başkenti Oslo'da olacağımı düşünerek keyifle arkama yaslandım. Kemer ikaz ışıklarının sönmesiyle uyandım, hayatımda ilk kez uçak kalkmadan uykuya dalmışım. THY'nin nazik hostesi ne içeceğimi sorduğunda yanımda parıldayan güneşin sıcağıyla keyfim iyice yerine geldi...

İçim kıpır kıpır...Kuzeyin en heyecan verici ülkesine doğru uçuyorum. Yanımda oturan hanım yaşadığı ülkenin güzeliklerini anlata anlata bitiremiyor. Zaten tatil için Norveç'i seçmemin en önemli nedeni ülkenin el değmemiş vahşi doğası. Fiyortlara kavuşmaya can atıyorum.

Norveç semalarına gelince uçsuz bucaksız yeşille buluşmanın zevki beni daha da heyecanlandırdı. Rengarenk evlerin arasından süzülerek Oslo Gardormoen  Havaalanına indik. Pasaport kontrolüne gelince sempatik görevli güleryüzle Norveç'e geliş sebebimi sordu, hiç düşünmeden doğa dedim. "Muhteşem güzellikteki bakir doğa!"

Oslo'ya ulaşmanın bir kaç yolu var. En kolay seçenek taksi ama bu yöntem biraz tuzlu. Şehir merkezine taksiyle girmek isterseniz en az 80 Euro civarı para ödemeniz gerekir. Diğer alternatiflerse tran ya da otobüs. Çevreyi görmenin avantajını düşünüp otobüse binmeye karar verdim. '0 Euro yarım saatlik yolculuk için kuzey standartlarını göz önüne aldığımızda son derece uygun. Şehir merkezine gidene kadar yeşilin her rengini hayranlıkla seyrettim. Masmavi gökyüzü kenti sonbaharın kasvetli havasından uzak tutuyor oysa bu mevsimde İskandinav ülkeleri çoktan yakıcı soğuğun etkisine girmiş olmalı. İstanbul'dan daha ılık havası ile Oslo bana tatlı yüzünü gösterdiği için gözümde iyice sevimli hale geliyor. Daha önce rezervasyon yaptırmadığım için önceliğim otel bulmak. Terminaleden çıkar çıkmaz kalabalık bir caddede yürümeye başladım, sokaklar insan dolu. Rengarenk kıyafetleri içinde koşar adım yürüyen istisnasız hepsi sarışın Osloluları bir yerlere yetişme telaşında. Dünyanın her yerinde olduğu gibi sabah saatlerinde caddeler kalabalık, kahve dükkanları müşterilerle dolu. Önüme çıkan ilk kafeden sıcak bir kahveyle kurabiye alıp yolda nereye gideceğimi bilmeden yürümeye koyuldum. Baktığım her yerde otel tabelaları, içimirahatlatan bir görüntü bu. Demek ki köprü altında gecelemeyeceğim. İstanbul'da internette küçük bir otel araştırması yapmıştım. Norveç'in en büyük otel zincirlerinden birini Thon olduğunu bildiğimden adım başı farklı bir Thon oteliyle karşılaştım. Aker Brygge otelinin önüne gelince hemen içeri girip fiyat sordum, görevi tek odaları kaldığını söyleyince odayo görmeye karar verdim. Penceresi dar, karanlık bir odaydı. Teşekkür edip şansımı başka bir yerde denemeye karar verdim, nasıl olsa alternatif bol. Thon Otel Munch hem şehir merkezinin tam ortasında hem de çok keyifli bir yer. 50 Euroluk fiyatı öğrenince dışarı bakan oda şartıyla burada kalmaya karar verdim, çok da isabetli bir olmuş.

Yarım saat içinde dul alıp kendimi sokaklara attım. Her yer tertemiz. Caddeler düzenli, otobüs durakları lüks. Bakımlı binaların arasından sessizce geçen tramwaylar, yemyeşil parklar. Zengin bir ülkede olduğumuz hemen anlaşılıyor.

Carl Johans Gate caddesi kentin en önemli alışveriş merkezi. Dükkanlar, kafeler, barlar, marketler hepsi burada. Barselona'daki Las Ramblas cadesinin İskandinav versiyonu. Cadde öğle saatlerinde giderek kalabalıklaştı. Grand Otel caddenin en görkemli yapısı. Son derece şık ve pahalı olan bu otel dünyaca ünlü konukları ağırlamasıyla ünlü. Parlamento binası ve Kraliyet sarayı da bu caddenin üzerinde. Saray son derece mütevazı. Halka açık parkında insanlar geziniyor, özgürce banklara serilmiş sohbet ediyor. Sivil toplumun en önemli göstergesi üniformalıların azlığı bence. Bir kaç nöbetçi dışında hiç polis yok.

Sarayın hemem yakınında Oslo Üniversitesi var. Bu kadar küçük bir şehirde üniversite de aynı oranda küçük. Koridorlarında dolanıp bir süre ders dinleyen öğrencileri seyrettim. İngiliz Edebiyatı mezunu her daim öğrenci kalmış biri olarak üniversite koridorlarında Norveç'in ünlü oyun yazarı Henrik Ibsen'i anmama olası değil elbette. (Keşke tekrar edebiyatla dolu günlerime dönebilsem).

Kentin içinde kuş cıvıltıları her yerde, insanın yarattığı müzige hiç ihtiyaç yok buralarda. Mutlu kuşlar neşeyle kendi şarkılarını söylüyor. Ara sokaların arasına dalınca tipik Avrupa ile karşılaştım tabi. Issız sokaklarda yürüyen tek kişi yok. Herkes Johans Caddesinde herhalde. Geniş pencereleri evlerde perde kullanan neredeyse hiç yok gibi. Özenle döşenmiş evleri çaktırmadan inceleyerek yürümeye devam ediyorum. Martı sesleri beni limana doğru sürüklemeye başladı bile....



7 Nisan 2009 Salı

Valparaiso Resimler







VALPARAISO

Şili'de geçirdiğim günlerin en büyük sürprizi Valparaiso oldu. 3 saatlik bir araba yolculuğu sonunda ulaştığımız Valparaiso, UNESCO'nun koruma altına aldığı bir masal diyarı.  Şili Ulusal Kongresi'nin burada olması nedeni ile çoğu gezgin burayı başkent sanıyor ama  öyle değil. Gerçi bana göre Valpariso tam bir kültür başkenti. Kendine özgü mimarisi, arnavut kaldırımlı sokakları, tepe üzerine kurulu şirin mahalleleri ile bu kent benim için zamanda yolculuğun giriş kapısıydı. Kentin kelime anlamını araştırdım, Valpariso "Cennet Vadisi" anlamına geliyor. Bir isim bir kente bu kadar yakışır. Burada yaşayanların hayata tutku ile bağlandığını anlamak hiç zor değil, hepsi karakter sahibi evlerin rengi bile bu yoksul ama neşeli insanların dünyaya bakış şekli hakkında ipuçları verir. Burası 19. yüzyılda Pasifik Okyanusu'nun en önemli iki limanından biri olarak ticaret dünyasına hizmet eden bir liman kenti. Rehberin anlattığına göre San Fransisco ile birlikte Amerika kıtasının en faal limanlarından biriyken Panama kanalının açılması ile önemini kaybetmiş. Bana kalırsa iyi de olmuş çünkü bu denli ticari hareketlilik şehre hakim olan huzur havasını darmadağın ederdi. Dahası çevre illerden gelen göç dalgası yüzünden ortada ne kültür mirası kalırdı, ne de o tarihi evler... Nüfusun artmasıyla da sakin balıkçı kasabası görünümünden uzaklaşırdı bana kalırsa. Valparaiso'da huzur dolu geçen saatlerin bir nedeni de trafik gürültüsünün ve fabrika bacalarının olmaması. Ne de olsa koca şehirde topu topu 300 bin kişi yaşıyor. Buranın kültür başkenti olarak nitelenmesinin en önemli sebebi on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki göç hareketi. Avrupa'nın farklı ülkelerinde yeni umutları bavullarına doldurup gelen göçmenler kendi izlerini her yere bırakmışlar. Şili'nin her tarafında her an hissedilen baskın İspanyol etkisi burada kaybolup gitmiş.  Almanlar, Fransızlar ve İtalyanlar dünyanın bu uzak köşesinde kendi yaşamlarını yeni yorumlar katarak kurunca ortaya nefes kesen bir karışım çıkmış.

Valparaiso'nun tepelere uzanan daracık sokaklarında yürürken  farklı renklere boyanan her evin ayrı bir fotoğraf karesi olduğunu görüyor insan. Hal böyle olunca da kamerayı unutup bu güzeeliklerin arasında kaybolmaya çalışmak daha akıllıca geliyor. Japon turistleri gibi adım başı fotoğraf çekince karşıdaki manzaranın o ana ait güzelliğini tam yaşayamıyoruz. Onun için her köşesi fotoğraflanacak kadar güzel olan coğrafyalarda elimden geldiğince anın tadını çıkarmayı anı toplamaya yeğ tuttum. Kırmızı evin önündeki eşiğe oturup vadiden aşağı uzayan kent manzarasına bakarken masmavi gökyüzünü üzerimde hissetmek daha unutulmaz anıydı benim için. Fakirliğin teneke damlardan hemen anlaşıldığı bu kente hakim huzur havası gelen her gezgini derinden etkiler. Hele o sokakları sahiplenen köpeklerin yaşadığı keyif  tariflerin hiçbirine sığamaz. Her evin önünde sğuktan üşümemeleri için ya minder ya da bir gazete kağıdı serili. Hijyen konusunu hayatının merkezine yerleştirmiş bir macera tutkunu iseniz Valparaiso'nun hayalinizdeki rota olmadığını hemen belirtmeliyim. Bir çok göz için sokaklardaki sayısız köpek rahatsız edici olabilir, ben herbirinin kulaklarını okşayarak bu tuhaf kentin tadını doyasıya çıkardım. Tepelere doğru mahallelerin arasından geçerken her biri diğerinden farklı evleri hayranlıkla seyrettim. Mimarinin en estetik hali, ağaç oymacılığının en insani görünümüydü gözüme çarpan herşey. Daracık çıkmaz sokaklara dalıp binbir sürprizle karşılaşınca burayı cennet diye niteleyenlere bir kez daha hak verdim. Her sokakn bir başka güzelliğe, her veranda okyanusun başka bir köşesine açılıyordu. O sessizlikte sokakları arşınlarken kulaklarımda dev okyanus dalgalarının sesinden başka birşey yoktu. Büyülenerek, meraktan büyümüş gözlerime biraz daha ziyafet çekmek için nefes nefese yürüdüm, yürüdüm...

Valpariso çok dik tepelere kurulduğu için ulaşım biraz zor. Ben yürüyerek tırmanmayı tercih edince, bu sayede hem sokak aralarındaki yerel yaşamın arasına katılmış oldum hem de giderek gelişme eğilimi gösteren göbeğime bir dünyanın kaç bucak olduğunu gösterebildim. Böyle yerlerde  fırsatı hiç kaçırmadan kendimi spora adıyorum! Bu şehirde ulaşım finüküler aracalığı ile yapılıyor. Her yeni tepe bambaşka bir manzara anlamına geliyor, onun için vakit varsa hepsini gezmek gerekir. Uzaktan bakıldığında bir ressamın renk paletini anımsatan Valpariso'daki renkli evlerin çoğu butik otellere dönüştürülmüş. Evlerin bir çoğu da sanat galerisi olarak kullanılıyor, resim sevenler de bu evlerin içinde sergilenen yağlı boya tabloları nispeten ucuz fiyatlara alabiliyor.

Pablo Neruda'nın Valparioso'da bir evi var, biz oraya gidemedik ama bu kenti "okyanusun sevgilisi" diye andığını öğrendik. Tam da şairce bir düşünce biçimi bu. Yüksek tepelere kurulan Valpariosa'da deniz ve dalga sesi heryerde ve herşeyde zaten. Denizle yaşam o kadar içiçe ki, sevgili olmadan yaşamak ne zor olurdu... Bu şirin liman kentinin hemen yanıbaşında Vina del Mar var. Orası da bir deniz kenti ama tarihi sokaklarının arasında gönüllü kaçışlara imkan veren Val Paraiso ile karşılaştırılamaz. Val Paraiso'da en az bir gece kalıp sabah saatlerinin güzelliğini yaşamak gerekiyor. Grand Hotel Gervasoni, Peurta De Alcala Hotel Valparaiso, Ultramar kentin iyi otelleri, fiyatları da gecelik 80 doları geçmiyor.

Şairin evini ziyaret etmek yerine Okyanusa hakim bir lokantada çok lezzetli bir balık yedik Valparaiso tepelerinden birinde. Bu ülkenin şaraplarını anlatmaya gerek yok biliyorum ama denize nazır bir yerde ızgara balık sipariş ettiyseniz yanında mutlaka bir kadeh kırmızı şarap yudumlayın.  Yemeğin sonuna doğru izin isteyip büyülü Valparaiso sokaklarına bir kaçamak daha yaptım. Verandalarına oturup hararetle sohbet eden köylüleri uzaktan izlerken bir anda yanıma doluşan esmer tenli çocuklarla şakalaşırken buldum kendimi. Orada geçirdiğim bir kaç saati uzun yıllar belleğimden silmem mümkün olmayacak, biliyorum. Çocukların dünyaya katıksız saflıkla bakan kara gözlerini, sandalyesinde  pipo tüttürürken beyaz köpüklü dalgaları seyreden yaşlı amcayı, bakkaldan aldığı ekmekle eve yürüyen uzun saçlı, yeşil etekli küçük kızı, sonbaharın gelişiyle boş kalan yalnız verandaları ve baharın son demine inat sırtımı sıvazlayan tatlı güneşi... Renkli sokakların dalga seslerine karıştığı o peri masallarının mutlu diyarını unutmayacağım. Hatta bir gün mutlaka tadını daha da çıkarmak için geri döneceğim!..

Şimdilik hoşçakal "okyanusun sevgilisi" Valpariso...

6 Nisan 2009 Pazartesi

SANTİAGO

Güney Amerika macerayı seven, adrenalin ile beslenen her ademoğlu için taptaze bir heyecan. Bir gece önce bu yolculukların beni neden bu kadar etkilediğini düşünürken aklımda hep aynı şey vardı: Ben bir yerlere uzanıp kaybolma duygusu olmadan tam anlamıyla mutlu yaşayamıyordum. Oysa başka insanları mutlu edebilmek için önce kendimi mutlu etmeliydim. Bu inanç benim vazgeçilmez parçamdı. Dünyanın öteki ucuna doğru uçarken bedenimin tümünde hissettiğim o maceralara koşmanın kıpırtısı, tarifi imkansız bir duyguydu. Yolculuk biraz da bu aslında. Yani o heyecanı, o müthiş merak duygususnu bastırmanın bir çaresi yok. Yollara düşmek lazım onun için. İçimdeki beni bir yerlere çağıran o sesi duyduğumda bavulumu topluyorum sorgusuz sualsiz...Aslında ben sadece bu heyecan duygusu ruhumu sardığında tam yaşıyorum. Arta kalan zamanlarımızın  unutulmaz olmasını istediğimiz için yollara düşüyoruz bence, farlı şeyler yaşamak için yanıp tutuşuyoruz. Keşfetmek için bavul topluyoruz, elimizdekinin kıymetini anlamak için de seyrediyoruz etrafı. Bu duygular gelip geçici mi bilmiyorum ama yazarken hepsini daha güçlü hissettiğime eminim. İşte biraz da bunun için yazmaya karar verdim. "Anı" yaşarken öylesine karmakarışık duygu denizinde yalpalıyor ki insan bir süre sonra yaşam "normale" döndüğünde ruhumuz da doğal olarak daha sıradan bir ritme dönüşüyor. 

Yağmurlu sabahın ilk saatlerine havaalanından çıkıp otele doğru giderken beni ilk çarpan sarı yaprakların sonbahar mevsimine kattığı güzellikti. Bu mevsime bahar diyenlerin hiç yanılmadığını düşünürken manzaranın güzelliği karşısında nefes bile almak istemedim. Çevremdeki herşey birer birer yok olmaya başlıyordu, yanımdakilerin sesleri metalik uğultulara dönüşmeye başladı birden. Gözlerimin hemen önünde beliriveren kareler, sesler yokolunca büsbütün güzelleşiyordu. Gördüğüm herşeye dokunmak istiyordum soğuk camın arkasından bakan gözlerle... Sarı agaç yapraklarının kapattığı yollar, elele tutuşup yürürken sisli havanın içinde masal kahramanlarına dönüşen sevgililer, boş bankların üzerine düşen kahverengi benekli sarı yapraklar, bir yandan birbirlerine laf yetiştirip bir yandan da sokakları süpüren temizlikçilerin masum hali, hemen yanıbaşımızdan sessizce akıp giden küçük nehir, sabaha merhaba diyen trafik lambalarının arasında koşuşturan Santiagolular... Öylece seyrettim bu güzelliği...Yaşamın dünyanın bu köşesindeki doğal ritmini hemen sevdim. Seyrederken de geldiğim bu uzak ülkeyi düşündüm.

Şili öyle sıradan bir ülke değil, tarihi çalkantılarla dolu bir darbeler diyarı burası... Kitaplarda çatışmanın içinden sanat, eğitimin içinden bilinçli sınıflar çıktığını okuduk hep. Gerçekten öyle mi? Bağları ve şarabının ünü zaten kıta sınırlarını aşan bu topraklar en büyük bakır madenlerine sahip. Yani caddelerin düzenli olması, parkların bakımlı, sokaklarım tertemiz görünümü bu zenginlikle açıklanabilir diye geçiririyorum aklımdan.. Pablo Neruda tüm edebiyat tutkunlarının yakından tanıdığı bir şair. Ulusal kahraman Salvador Allende ve bir döneme sert yumruğu ile damgasını vuran acımasız diktatör Pinochet o muhteşem Sting tınılarıyla dahil oluyor düşüncelerime.  Gözlerim yeni şeyler görmenin hazzını yaşarken, kalbim Sting'i Pinochet'ye kayıp çocukları sorduğu için sevgiyle anıyor. And Dağları'nın karlı tepeleri uzaktan muhteşem görünüyor. Beynimin içice Sting sarsıcı sesi çınlarken gözümün önünde akıp gidenlere çok şaşırıyorum aslında. Ben Santiago'yu hiç de böyle modern bir şehir olarak hayal etmemiştim. Şehircilik açısından son derece gelişmiş bir kent duruyor karşımda. Geniş bulvarlar, tertemiz caddeler sanki Güney Amerika'da değilmişimde Avrupa'nın herhangi bir kentine gelmişim hissi uyandırıyor bende. Haritanın en güney batısında bu uzun ülke daha görür görmez şaşkınlığa uğratıyor ziyaretçilerini. Sanatın baş tacı edildiği bütün kentleri severim, mimari ve estetiğin birleştiği her şehir beni içine çeker. Santiago caddelerinden geçerken gördüğüm heykeller, adım başı tezgah kurmuş sokak ressamları ve müzisyenler sanatın bu coğrafyada yaşamın ta içine sızdığını gösteriyor. Kendimi iyi hissetmem için bir neden daha işte... Çok mutluyum!

Otele ne zaman ulaştığımızı, havaalanından otelin kapısına kadar ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum bile. Yeni bir yere geldiğimde benim için zaman durur hep. Saat ve zaman kavramı ile ilişkim en alt düzeye iner. Bir daha göremeyeceğime inandığım her kareyi hafızamda bir yere koymanın telaşı içinde seyre koyulurum çevreyi. Yine öyle oldu ama artık gerçek zamana dönmem gerek. Kalabalıklar büyü olmuyor. 

Otel Del Bosque sıcak keyifli bir yere benziyor. Santiago'nun merkezinde fazla yüksek olmayan bir bina. Sıcak mobilyalarla döşenmiş lobisi, huzur veren yumuşak sarı aydınlatması ile daha görür görmez seviyorum bu şirin oteli. Her ne kadar evimi çok sevsem ve otellerden daha konforlu bulsam da otelde kalma duygusuna bayılıyorum. Otel odası insana özgürlük veren bir yerdir ya hani...İstediği herşeyi, hayal ettiği her tuhaflığı yapar ya insan otellerde. Yani evdeyken hiç akla gelmediği halde küveti doldurmak başka bir şeydir mesela tel odalarında... Mutlaka yaparız. Bornozla saatlerce yatağın içinde Tv seyretmek sadece bana özel bir "tembellik etme isteği hali" değildir herhalde. Odanın içinde duyduğum huzur bana tüm bu tuhaflıkları yapma cesareti verdi. 22 saat süren yolculuğun sonunda uykunun o dayanılmaz cazibesine bırakıverdim kendimi. Tam 9 saat deliksiz uyumuşum.

Sabah saat tam 8'de kahvaltımı edip kendimi sokağa attığımda Güney Amerika'da ayak izlerimi bıraktığım için kendimi yine çok farklı, çok ayrıcalıklı hissediyorum. Sabah saatlerinde dünyanın her ülkesinde olduğu gibi burada da insanlar işlerine ulaşmaya çalışıyor. Bu huzurlu kentin caddelerinde kendimi hiç de yabancı hissetmeden yürüdükçe Santiago'nun özenle düzenlenmiş bir başkent olduğuna dair ilk izlenimlerim iyice pekişiyor. Belediye otobüsleri son derece modern ve temiz. Bu şehirde gördüğüm herkes 30 yaşın altında mı ne? Çevrede bu kadar genç insan olması çok dikkat çekici diye düşünürken parklarda el ele oturup kahvaltı eden aşıklar bir süre sonra sıradan bir görüntüye dönüştü. Sanki bir üniversite kampüsünde dolaşıyorum. Bu kadar çok gencin doldurduğu sokakları bir de Ukrayna'nın başkenti Kiev'de görmüştüm. Otobüs duraklarında ellerinde kitapları ile gençleri görünce buranın bir öğrenci kenti olduğundan emindim artık. Sonradan öğrendiğime göre çok yanlış bir tahmin değilmiş bu. Dünyanın farklı üniversitelerinin şubeleri varmış burada, dört yüzden fazla fakülte olduğunu okuyunca şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutuyordum.  Hal böyle olunca dünyanın farklı ülkelerinden gelen öğrenciler Santiago'yu Latin Amerika'nın en genç ve en entellektüel kenti yapmaya başlamış. Bir Çinli kızla elele dolaşan kızıl saçlı genç  çok kültürlü, çok uluslu kenti keşfetmeye çalıştığımı anlatıyor bana. Seyahat kitaplarının Santiago'yu tanımlarken "aşıklar kenti" demesinin nedenini kent içinde  birkaç saatlik yürüyüşle iyice anlamış oldum. Sınırların olmadığı bu özgür ortamı bulan hayatlarının baharındaki genç üniversite öğrencileri And dağlarının gölgesinde yaşamın tadını çıkarıyor. Yüzlerinden sıcak gülücükleri hiç eksik etmeyen gençlerin bu sıcakkanlı hali başka nasıl açıklanabilir ki?..

Santiago'daki birbirinden modern gökdelenler buranın bir iş merkezi olduğu gerçeğini de hep hissettiriyor. Aşıklar Kenti bir yandan da  finans dünyasının kalbinin attığı  bir ekonomi başkenti. Öğrendiğime göre Latin Amerika'nın finans merkezi. Kravatlı, takım elbiseli çalışanlar ellerinde Starbucks kahveleri ile tıpkı New York sakinleri gibi hızlı koşarcasına adımlar atarak  işlerine yetişme telaşı içinde. Kadınlar da ise dikkatimi çeken renk seçimleri oldu. Tayyör ağırlıklı kıyafetlerinin renkleri, kırmızı, mavi ve sarı gibi canlı renkler. Güler yüzlü polisler de Pinochet döneminin askerleri sanki. Kahverengi üniformaları pek şık kategorisine düşmese de son derece tarz sahibi. Askere ciddiyetlerine bakıp çekinerek sorduğum her soruya büyük bir sevecenlikle cevap veriyordu hepsi. Saygılı, yardımsever ve güleryüzlüler. Yeni ayak bastığımız bir şehirde güven duygusu yakalamanın en önemli kriterlerinden biri güvenlik güçlerinin davranış biçimleri bana göre.

Şehir küçük ama çok sempatik. Her yerde küçük kafeler ve pastaneler var. Tabi artık usandıran dünya markası kahve dükkanları da. Sonbaharın son günlerine eşlik eden güneşi kaçırmak istemeyenler caddelere sıralanmış sevgilileri ile etrafı süzüyor. Sarmaş dolaş oturanlara bakıp özgürlük kentinde volta atmanın keyfini biraz daha çıkartmaya başladım. Bıkıp usanmadan yürümeye devam ettikçe şehrin her köşesinin parklarla sarılı olduğunu farkettim. Yeşil burada insanın hemen yanıbaşında, her yer o kadar yeşil ki betonla kaplı caddeler bile hiç rahatsız etmiyor.

TÜRKİYE CADDESİ

Rehber kitapta okuduğum Türkiye Caddesini bulmaya çalışırken birden çok acıktığımı hissettim. Bu sıradan bir açlık duygusu değil, hemen birşeyler yemem lazım. Sanırım kan şekerim düşmüş ama ben farkında değilim. Sarhoş gibi sokaklarda yürüyorum. Saatler boyunca o kadar yürüdüm ki açlık duygusu aklıma bile gelmedi ama biraz enerjiye ihtiyacım var. Bir balık pazarının önünde kızarmış balık satan geveze bir satıcıdan hayatımda hiç görmediğim iri balığı alıp yarım ekmekle yedikten sonra yürümeye devam ederim diye düşündüm. Tam o sırada cep telefonum çalınca bir banka oturdum. Yanımdaki yaşlı Santiagolu telefonu kapatır kapatmaz bana dönüp konuştuğum dili sorunca tatlı bir sohbete ilk adımı atmış olduk. Yaklaşık 15 dakika ben Türkiye'den o Şili'den bahsedip durduk. Atatürk'ü biliyordu ve Türkiye için neler yaptığının farkındaydı. Tanrım ne gurur verici birşey bu, ülkemden binlerce kilometre uzakta, harika bir ülkede Mustafa Kemal'i anıyorum. Onu herkes tanıyor, ne güzel. Santiago'da bile Atatürk konuşabiliyorum. 

Türkiye'ye her bakımdan uzak bu şehirde bir Atatürk Caddesi var ve az önce tanıştığım Santiago'lunun tarifi sayesinde fazla oyalanmadan bu caddeye doğru yürümeye başladım. Yine parklar arsından geçiyorum ve yine gençlerin arasından yürüyorum tabi...Ve birden karşımda beliriveriyor. Yüzüne her baktığımda içimi titrer. Bu kez sarsıldım. Tüylerimin diken diken olduğu o anı bugün bile her ayrıntısyla hatırlıyorum. 

Atatürk Portresi... Şehrin in işlek meydanlarından birine dikilen sade bir anıt ve Atatürk'ün etrafındakileri seyreden gözleri.... Bir Türk olarak gurur duydum, tüylerim diken diken oldu. Tarifsiz bir duygu, sonsuz bir mutluluk, eşsiz bir onur. Anıtın hemen altında önderimizin kendi sözleri. İspanyolca ama hemen tercüme ettirdim:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, vatanın fedakar ve sadık hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman ve insanlık idealinin canlı emsali...
Bütün hayatını Türk  milletine vakfetmiş, milletine kendi ruhunu, ateşini vermiştir. Hatırası milletinin ruhunu ateşli tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır"

Söyleyecek söz bulamıyorum... Aklıma kendi ülkemde onun resimlerine bile tahammül edemeyenler geliyor.

Şili'de bir de Atatürk Lisesi varmış ama oraya gidecek vaktim yok. Bu anıtın neden buraya yapıldığını sonradan araştırdığımda Şili'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk ülke olduğunu da öğrendim. Anıtın yapılma nedeni ise basit. Ulusal bir kahramanın bir ülkede neleri değiştirebileceğine samimi biçimde  hayranlık duymuşlar ve yapmışlar.

Santiago'nun buluşma noktası Plaza de Armas. Burası muazzam bir meydan. Şili'nin ezilen, yıllarca beyaz adamın elinde acıyla kavrulan boynu bükük yerel halkı bankları doldurmuş zaman geçiriyor. Esmer yüzlerindeki mutsuz ifadeler bu şehrin içinde barındırdığı tezatları da gün yüzüne çıkarıyor işte. Nerede o İspanyol göçmeni zengin Santiagoluların ellerindeki kahvelerle çevreye gülücükler saçan mutlu , yüzleri? Plaza de Armas'ta gördüğüm fakir esmerler hiç de mutlu görünmüyor. Fotoğraflarını çekmeye çalıştığımda istisnasız hepsi yüzünü kapatıyor. Hepsi işsiz, hepsi fakir. Çevrede tek beyaz derili Şili vatandaşı neden yok? Kısacık bir seyahette kavranamayacak kadar derin sorular bunlar, farketmemiş gibi yapıp sokak ressamlarının olağanüstü güzellikte tablolarının muhteşem renkleri arasında kendimden geçiyorum. Kentin her sömürge ülkesinde olduğu gibi siyahlar ve beyazlar olmak üzere tam ortadan ikiye bölündüğünü unutmaya çalışıyorum...

Bir şehirde beni en keyiflendiren manzaralardan biri de özgürce dolaşan sokak kedileriyle köpekler. Hele bir de önlerinde yemek kapları ve su varsa orada yaşayan insanların uygar olduğuna inanırım. Merhamet duygusunu herşeyin üzerinde tutan biri olarak Santiago bana görüntülerin en güzelini bahşetti. Gittiğim her fakir bölgede hayvanlarla insanlar yaşamı paylaşarak nefes alıp veriyor. Bu meydanda da durum böyle. Öğle sıcağında pinekleyen sokak köpekleri palmiye ağaçlarının gölgesi altında enfes fotoğraflar veriyor bana. Nedense bu sokak köpeklerini Santiago'nun "uygar", zengin bölgelerinin geniş kaldırımlarında göremedim. Orada tanıştığım bir polis memuru belediyenin sokak köpeklerini toplatmaya çalıştığını ama hayvan derneklerinin buna izin vermediğini anlatınca kendi ülkemde de durumun farklı olmadığını hatırladım. Hiçbir canlının yaşam hakkına müdahele etmeye hakkımız yok. İnsanca olan yaşamı paylaşmak. Doğayı, yiyeceği, meydanı... Santiago biraz da ağacın altında kuyruğunu keyifle sallarken yanına gidip başını okşadığım o beyaz köpeğin zeytin gözlerinde saklı çünkü. Santiago Plaze Del Armas meydanı olduğu kadar özgürce sallanan beyaz köpeğin kuyruğu da.

Her yer kilise dolu. Din Latin Amerika'da son derece güçlü. Çevrede sayısız kilise var. Koyu Katolik inancı  her yerde. Ellerinde İncille vaaz veren misyoner rahipler meydanın en dikkat çekici değişmez üyeleri belli ki...Benim en çok şaşırdığım şey ise bu rahiplerin her gün bunca kalabalığı nasıl topladığı. Şaşırmamın nedeni meydanda ilgi çekecek daha eğlenceli bir çok aktivitenin olması. Örneğin bir köşede dans eden sokak çalgıcıları, hemen karşısında pandomim sanatçıları, akrobatlar yeteneklerini kalabalıkta doğrudan iletişim kurarak sergiliyorlar. Aralarında öyle yetenekler var ki, insanoğlunun çalışarak neleri başarabileceğini anımsatıyor insana. Sokak ressamları ise tek başına bir yazı konusu. Latin Amerika insanının renklere olan tutkusu tuvallerde ortaya çıkıyor sanki. O muhteşem renklerle yapılan yağlıboyu tabloları evime taşıyamasam da hayatım boyunca unutamayacağım. Meydandan ayrılırken İncilden pasajlar okuyan rahibin sesi kulaklarımda yankılanıyor. Kenya'nın muhteşem bilgesinin o muhteşem sözlerini hatırlıyorum:

"Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
Bize gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler
Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı"



Salvador Allende Müzesi ile Pablo Neruda'nın evi buraya gelenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken yerler. Neruda'nın La Chascona adındaki evi şairin sürgün yıllarını geçirdiği mekan. Labirent gibi koridolardan geçerek ulaştığım odalarda Neruda'nın yakın arkaşları Picasso ve Dali'nin resimleri var. Santiago'da nereye girsem beni yalnız bırakmayan yeşil burada da var. Evin ortasındaki ağaçlar bana cennet bahçesinde oturuyormuşum duygusu veriyor. Tanrım! Ben doğayı çok seviyorum. Neruda Nazım Hikmet'in de yakın dostu sanırım diğer evinin tavanında Nazım Hikmet'in bir şiiri yazılıymış.

Her dikta rejimi, sonunda iyiliğe ve güzel olana karşı yenilgiye uğruyor, ya da bize öyle geliyor. İnsanın içindeki bitmeyen hırs ise nesiller değişse de aynı hataların tekrar edilmesine olanak sağlıyor. İşte Neruda sevgili dostu Allende'nin öldürülmesinden iki hafta sonra, göz hapsindeyken ölünce halk korkusundan cenazesine bile katılamamıştı ya... Şimdi her yıl binlerce insan mezarını ziyaret edip karanfillerle donatıyor ustayı... Şili'yi belki biraz da bu yönüyle seviyorum. Geçmişinde insana iyi gelen öyküler var.

San Cristobal veya Metropolitan Tepesi'ne kentin en yüksek yeri. Bir nevi Çamlıca tepesi ama burada And dağlarının muhteşem güzelliği duruyor karşımda. Karlı tepeleriyle Santiago'ya müthiş bir güzellik katan bu sıradağların insanı çok etkileyen çekici bir yanı var. Ne olduğunu hala çözemedim. İnsan seyrederken büyüleniyor. Banka oturduğunuzda elinizde sıcak bir çayın olmasını öneririm. Böylelikle Santiago'nun düzenli yollarını, gideren artan gökdelenlerini, muhteşem parklarını ve sürekli akan yoğun trafiğini izlerken dondurucu soğuğu hissetmezsiniz. Sadece ormanlık yolların içinden yükselirken oksijen almak için bile San Cristobale'e çıkmaya değer. İki adım ötede , turistlerden uzak bir köşede kenti seyrederken yine  beynimin içindeki o kapı açıldı ve  yine bir süreliğine kayboldum. Sesler yok oldu, sessizliğin içinde şehrin içine karıştım. Santiago'da, And Dağlarının karşısında yaşadığım hayata bir kez daha şükrettim. Kendime gelip uzaklara dalan gözlerime söz geçirmeye çalışırken rehberin sesi yayıldı etrafa... "Şehre dönüyoruz, herkes arabalara..." Yaşamımın bu kayboluş halini çok sevdiğimi düşünüyordum inerken.

Alameda Caddesi şehri ikiye ayırıyor. Kenti gezmek ve alışveriş için ideal. Pinochet'nin bombalattığı başkanlık sarayı La Moneda benim daha fazla ilgimi çekti. Tipik bir yönetim binası da olsa yeşil ve suyun hakim olduğu peysajı burayı sıradan yönetim merkezlerinden ayırıyor. Dost canlısı koruma görevlileri de bu ziyareti daha da eğlenceli hale getiriyor. Eğlence demişken aklıma geldi.

Balık seven bir gezginseniz Şili'nin başkentinde mutlaka Mercado Central adındaki pazar yerine uğrayın. Burası bizim İstiklal Caddesindeki Çiçek Pasajını andırıyor ama çok daha renkli bir atmosferi var. Herşeyden önce mimarı Paris'in sembol anıtı Eiffel Kulesinin mimarının ta kendisi, yani Gustave Eiffel. Sadece bu özelliği bile bu harikulade yerde birkaç saat geçirmek için yeterli bir neden. Sebzenin ve meyvenin en tazesinin satıldığı bu güzel mekan pahalı ve biraz da turistik olduğu için küçümense de benim çok hoşuma gitti. Havada deniz tuzu kokusu, restoranların balkonların sarkan rengarenk çiçekler, neşe içinde şarkılar söyleyen halk sanatçıları, akerdeon tınıları burayı eşsiz bir tiyatro sahnesine dönüştürmüş. Balık sevenler için Central Mercado adeta bir cennet. Birbirinden farklı balık çeşitlerini tadarken bronztan yapılmış çeşmeden su taşıyan köylü kızı heykeli içimi ısıtıyor.


Museo de Artes Visuales yani Görsel Sanatlar Müzesi kısa zamanımın içine sığdırabildiğim tek sanatsal faliyetimdi. Ulusal Tarih Müzesi ile Güzel Sanatlar Müzesini gezecek vaktim yoktu malesef ama uzun süre kalma şansı olan olan gezginler için Santiago inanılmaz bir kültür çeşitliliği sunuyor. Müze binalarının hepsi birbirinden görkemli. Aslında İspanyol koloni zamanından kalan binaların tümü  mimari bakımdan etkileyici ama yine de dikkatimi çeken başka birşey oldu. Gezdiğim kentlerde binaların üzerindeki tarihlere mutlaka bakarım. Mimarın binayı kaç yılında yaptığını hep merak ederim. Santiago'da da bu huyumdan vazgeçmedim tabi. Bazen bir yapının kapısında yazan tarihi fotoğraflayabilmek için trafiğin yoğun olduğu caddelerde riskli anlar yaşadığım da olur. Bu kez farkettim ki tarihi çok eskilere dayanan Santiago'da 150 yaşından büyük bina yok. Nedenini  merak edip bir rehbere sorduğumda aldığım cevap gerçeği dramatik biçimde ortaya çıkardı. Şili bir deprem ülkesi. Santiago'da yaşanan sayısız deprem yüzünden eski binaların hemen hepsi yıkılmış. Bu yüzden binaların çoğu nispeten "yeni". Plaza de Armas Katedrali ile şehrin en eski ve görkemli yapılarından biri olan San Fransisco Kilisesi sanırım depremden zarar görmeyen birkaç eski yapıdan biri. Posada del Corregidor gibi yapılar dışında bu tarihi kentte 150 yaşından daha eski binanın olmamasının nedeni olan deprem felaketlerinin sonuncusu da 1985'de çok şiddetli biçimde yaşanmış. Neredeyse kentteki tüm binalar bu trajik afette yok olmuş.

Bu kadar kısa zamanda  en fazla yeri nasıl görebilirim diye soran "şanssız" ya da zaman sorunu yaşayan bir gezginin mutlaka ziyaret etmesi gereken ilk yer hiç şüphesiz metro olmalı. Santiago'nun geniş bir ağa yayılan güvenli metrosu hem kent insanı için hem de turistler için şehrin bazen cehennem azabı yaşatan trafiği düşünülürse tam bir kurtuluş noktası. Düzenli işleyen modern trenlere tek yön 1 doların altında bir ücretle biniliyor. Metro bilet fiyatları günün farklı saatlerinde değişiyor. Sabah ve akşam saatlerinde yüksek ücret uygulaması var. Metro sayesinde bu kadar kısa zamanda görebileceğim herşeyi görmeyi başardım. Yüzden fazla istasyonu birbirine bağlayan bu ulaşım ağını kuranlara her yeni istasyonda gönlümden kopan en büyük madalyaları verdim.

Akşam üzeri koşar adımlarla otele varıp kendimi hemen sıcak banyonun o uhrevi dünyasına bıraktığımda  ne kadar yorulduğumu ilk kez o anda idrak ettim. Ayaklarım resmen kötü muamele görmekten isyan ediyordu. Otelim çok rahat gerçekten. Santiago'da Sheraton, Ritz Carlton ya da İnter Continental gibi uluslararası zincirlerin yanında yüzlerce küçük otel de var. Bu otellerin hepsi de Avrupa standartlarındaymış elimdeki rehber kitaba göre. Zaten ilk izlenimlerim buranın Latin Amerika ülkesinden çok farklı olduğunu hissettiriyor bana. Latin Amerika'nın gururlu ülkesi Şili genel görünümüyle bir  çok Avrupa ülkesinden farksız hatta daha üstün  olduğunu her yerde hatırlatıyor. Kaldığımız otelin adı Plaza El Bosque. Dört yıldızlı, küçük ama son derece modern döşenmiş bir otel. Odamın penceresinden tüm Santiago'yı ve karlı tepeleriyle her bakışımda beni derinden etkileyen And Dağlarını seyredebiliyorum. Santiago'da Novotel ya da Holiday Inn gibi zincir otellerde gecelik 80 Dolar gibi bütçe ayırırsanız rahatlıkla kalabilirsiniz. Bizim kendi otelimiz için 110 Amerikan Doları ödedik ki, bu rakam dört yıldızlı bir otel için son derece makul.

  5 milyon nüfuslu bu kentin sorunlarını da yavaş yavaş keşfetmeye başladım bu arada. Otel odasının penceresi yeşil kentin güzelliklerinin yanında hava kirliliği diye bir sorunu olduğunu da gösterdi. Akşam saatlerinde çöken serin havanın etkisiyle bacalardan tüten dumanlar yüzünden uzaklardaki binaları neredeyse göremiyordum.  Endüstri yeni iş alanları yaratıyor yaratmasına da doğayı kirleten faktörler de her geçen yıl biraz daha içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Caddelerde uzayıp giden arabaların yarattığı görüntü de geniş alana yayılan metronunda kentin ihtiyacını karşılayamadığını gösteriyor. Hava kirliliğinin en temel sebeplerinden biri de arabalara tutkun Latin Amerika insanının yarattığı kent trafiği elbette.  Uçakta gelirken Santiago'nun Latin Amerika'da iş yapılacak en önemli şehir seçildiğini okumuştum, akşam olurken tabelalar birer birer yanmaya başlayınca bir çok uluslararası şirketin temsilciliklerinin de bu şehirde olduğunu anladım.

Kent gece ışıklar içinde ayrı bir güzelliğe kavuşuyor. Radyodan bir klasik müzik kanalı seçip camın önündeki koltuğa kelimenin tam anlamı ile yayılıyorum... O nefis banyonun yarattığı rehavetin bedenimden hiç ayrılmamasını dileyerek yeni aldığım şarabımla Latin Amerika'nın ateşli ruhuna kadeh kaldırıyorum... 






1 Nisan 2009 Çarşamba

ŞİLİ

Bavulumu toplarken biraz sinirli, biraz da heyecanlıydım. İçimde tarifini kendime bile yapamadığım anlamsız bir duygu benimle cebelleşiyordu. Bir tarafım yeni yerlere doğru göç etmenin kıpırtısıyla coşarken diğer yanım yolculuktan vazgeçip huzurlu yatağımda uyumam için her türlü baskıyı yapıyordu. Ne zaman bir yerlere gidecek olsam keyifle uyuduğum ama varlığını çok da önemsemediğim yatağım kıymete binerdi.  Yine öyle oldu. Güven duygusunun en çok yeşerdiği alan belki de yatak odaları diye düşünürken dünyalar güzeli kedim zümrütten daha yeşil gözleriyle bana bakıyodu. İşte gözlerin bu buluşmasından hiç hazzetmiyorum. Vicdani ne kadar hissiyat varsa üzerime üzerime geliyor.

"Kızım niye öyle bakıyorsun bana? Çok uzun süre gitmiyorum ki, en çok altı gün sonra buradayım. Hem yalnız da kalmayacaksın, her gün birisi gelip seninle oynayacak..."

Öylemi olacak gerçekten? Annem söz verdi, gözüm arkada kalmasın diye onunla oyunlar oynayacağını bile  vadetti ama nafile. Ya kimse gelmezse? Ya unuturlarsa? Ya yalnızlıktan iyice bunalıp psikolojisi bozulursa?"

" Sanki sokaklardan gelmedi mi bu kedi? Yalnız kalmaya alışık zaten. Hem ne varki bunda? Topu topu  6 gün.. Bir isim veremedim şu zavallı kediye. Neyse dönünce mutlaka bir isim bulacağım..."


6 günlük yolculuk için   evden çıktığımda kafamda bu çelişkili düşünceler, elimde küçük valizim sırtımda da yaz sıcağında kürklü montum vardı. 6 gün için Türkiye yaz sıcaklarına doğru neşeyle ilerlerken, kışın rüzgarını yeni yeni hissetmeye başlayan Şili'ye doğru yola çıkıyordum...


İberia Havayolları'nın kontuarına geldiğimde Şili'ye gideceğime iyice inandım Günlerdir bu seyahat konuşuluyordu ama ben nedense gerçekleşeceğine hiç ihtimal vermiyordum. Gazetecelik mesleğinin en hakim duygusu hayal kırıklığıdır. Son anda yaşanan bir gelişme en güzel anıları yaşanmaz kılar, en hasretle beklenen gezileri hayaller müzesine kaldırır. Bunun tam tersinin yaşandığı durumlar ise hazır çantası ruhunun derinliklerinde saklı gazeteci için paha biçilmezdir.

Havaalanı biraz kalabalık. Herkes bir yerlere gitmenin telaşında. İberia Havayolları kontuarının önü ise nispeten boş. İşlemlerimizi hızla tamamlayıp bir an önce gümrüğü geçiyoruz. 22 saat sürecek yolculuğun ilk anları bunlar. Tadını çıkarıyorum, gümrüksüz satış mağazalarının insanı baştan çıkaran ürünlerini her zamankinden daha büyük bir keyifle inceliyorum. Hatta bir iki güneş gözlüğü bile deniyorum. Kolay değil Güney Amerika'nın beni en çok cezbeden ülkesi ŞİLİ'nin başkenti Santiago'ya gidiyorum. 

Madrid yolculuğu 4 saat süresince muazzam bir eğlenceye dönüştü. THY'nin diğer havayollarına göre lezzetli yemekleri ile insanı şaşırtan kalitedeki şarapları sıcak sohbetle harmanlanınca Madrid'e indiğimizi farketmedim bile. Madrid'in Barajas Havaalanı Avrupa'nın en büyük limanlarından biri. Antonio Lamela'nın tasarımı modern bina ahşap ve metalin uyumu içinde çok görkemli bir yapı. İşlemlerimizi çabucak tamamlayıp uçağa geçmek isterken birden aklıma ekip arkadaşlarıma sürpriz yapmak geldi. Hızla free shop'a gidip 14 saatlik uçuş için bir Bailey's aldım, gruptakiler bu son dakika manevrasını takdirle karşıladılar ama hiçbirimizin aklına gelmeyen bir engel vardı. İspanyol gümrük görevlisi havaalanından alınmasına rağmen Baileys şişesini uçağa götüremeyeceğini söyledi. Israrlarımıza hiç aldırmayan görevli tam şişeyi kenardaki çöp tenekesine at üzereydi ki son bir umutla haykırdım:

- "Durun...Bu içkiye el koymanız şart mı? Burada içemez miyiz?"

- "Hayır ama şu ileride içebilirsiniz..."

Bir anda gözlerimiz parladı. Özcan ve ben büyük bir gururla şişeyi alıp güvenlik kuyruğundan sıyrıldık. Çöpe atacağımıza , köşede kendi küçük barımızı kurarak mideye yolladığımız kavrulmuş viskiyle harmanlanmış karamelli içkimiz bizi daha da neşelendirdi. Attığımız kahkahaları Barajas'ta kimsenin atmadığına hiç şüphem yok.

Her ne kadar uluslararası şöhreti ile iyi bir havayolu izlenimi uyandırsa da İberia hepimiz için kötü bir tecrübeydi. İstanbul'dan binerken yaşadığımız küçük aksaklıklara aldırış etmedik. Uzun yolun verdiği heyecanla küçük detayların hiçbirine-çok huzursuz etse de- takılmadık. Ama Madrid-Santiago arasındaki yolculuğun daha ilk dakikalarında bir kabusun başlangıcında olduğunu hemen anladık. Asık suratlı, yüzlerinde hiç mimik bulunmayan hostesler, bayat ekmek "parçaları" eşliğinde sunulan lezzetsiz yemekler , çalışmayan video oynatıcı, sürekli cızırtı yapan kulaklıklar, gıcırdayan koltuklar, temizlik kavramına yabancılaşmış tuvaletler, bozul klima sistemi ve daha neler neler... 14 saatin sonuna doğru havasızlıktan boğulmaya ramak kala suyun da tükendiğini öğrenince bir daha Iberia ile yolculuk etmemeye karar verdim. Yine de uçağın tekerlekleri Santiago'ya değdiği anda olumsuzlukların hepsi yol oldu aniden...İçimdeki gezginci ruhu beni öylesine ele geçirdi ki artık ne İstanbul'daki kedimi, ne vedalaşamadan ayrıldığım güzel evimi, ne İstanbul'u ne de uçak yolculuklarından hep korkan annemi düşünüyordum. Ruhum o andan itibaren Güney Amerikalı oldu. Pasaport kuyruğuna ilerlerken polis köpeklerini bile kucaklamak geldi içimden. Herşey ve herkes bana yabancıydı o anda. Baktığım her köşe yanılsamaydı sanki, bir rüyanın ortasında ilerliyordum. Herşey beyazlaştı, her yer donuklaştı. Herşey güzelleşti. İnsan yüzleri, çocuk sesleri birbirine karışıyordu.  Darbelerin ülkesi Pablo Neruda'nın o güzel ülkesinde yürümenin tadını çıkarmaya başladım.  Adımlarımı yavaş atıyordum. Her adımda yeni birşey görmek istiyordum Eskisi silinmeli, yenileri karşıma çıkmalıydı. Fazla vaktim yoktu çünkü, 6 gün içinde herşeyi hafızamda bir yerelere yerleştirmeliydim. Güney Amerika'ya bu kadar çok gelmeyi arzulayıp da neden daha önce yollara düşmediğmi ise bugün bile açıklayamıyorum. Havalanı küçük ama çok düzenli. Yerler tatamen halı ile kaplı. Duvarlarda kadın devlet başkanı Michelle Bachelet'in fotoğrafları. And Dağlarının enfes posterleri.. Beyaz ışık bile rahatsız etmiyor beni burada, üniformalı polisleri sevdim şimdiden...

Dünyanın en güleryüzlü, en  sempatik pasaport memuru uzaktan seslendi.

"Bu taraftan...Santiago'ya hoşgeldiniz...."
  

Başlarken...


Seyahat etmek benim için hep yaşamın anlamı oldu. Yolda olma duygusu iç dünyamın lokomotifi, düşlerimin efendisiydi. Daha küçük bir çocukken bile Eyfel Kulesi hayallerimin baş köşesinde bana rehberlik ederdi. Yani düşünsenize kaç çocuk Alice Harikalar Diyarı'nın fantastik coğrafyalarını değil de Paris'in kalabalık insan trafiğini daha çok merak eder? İnsana ait olan herşey bana gerçeklik duygusu verdiği için somut olanın peşine düştüm hep. 

Hiç gerçekleşmeyecek hayallerim olmadı örneğin. Ulaşabileceğim dağların zirvelerine çıkmayı hayal etmek düşlerimi gerçekle buluşturdu. Gerçek olan herşey hayallerime galip geldi, gerçek olan her hayal beni sonsuz mutluluklara götürdü. Alice'in merak duygusunu, o duygunun peşinden sürüklenen ruhunu ne kadar sevsem de anı yaşarken gerçeği tercih ettim hep. Gittiğim bir şehirde, seyahat ettiğim bir ülkede, yemek yediğim bir lokantada ya da dans ettiğim bir doğum günü eğlencesinde yaşam hep daha gerçekti benim için. Anların tadını çıkarmayı severim. Şu satırları yazdığım anın bile bir daha geri gelmeyeceğini çok iyi bilenlerdenim. Onun için uzaklar hep çekici geldi. Bir daha tekrarlanması pek mümkün olmayan yolculuklara çıkmayı işte bu nedenle sevdim ben. Tek bir saniye için aylarımı hatta yıllarımı vermeye hazırım. Yeter ki o ölümsüz doyum duygusunu yaşayabileyim.

Yazmaya karar vermem zor oldu. Aslında uzun zamandır hissettiğim herşeyi bir yerlerde toplamak istiyordum ama hep engelleri bahane ettim. Hep zaman darlığından şikayet ettim, şimdi vaktim yok yarın başlarım diye düşündüm. İnsan herşeye vakit ayırabilecek kadar üretken olabilir olmasına da tembellik çok keyif veren bir komfor hali... O ruh halinden uzaklaşmak zor. İnsani değil çünkü. Dünyevi neşeler daha cazip, dostlarla atılan kahkahalar da eğlenceli, dışarıda pırıl pırıl parlayan güneş daha davetkar. Herşeyden önemlisi dışarıda herşeye ve herkese rağmen umarsızca akan çılgın bir yaşam var. 

O döngüye karışınca daha mutlu oluyor  insan. Bir saat, bir dakika ya da bir saniyeliğine. Tüm bunlardan ruhumu kurtarıp yazacağım. İşte başlıyorum ...