"Kızım niye öyle bakıyorsun bana? Çok uzun süre gitmiyorum ki, en çok altı gün sonra buradayım. Hem yalnız da kalmayacaksın, her gün birisi gelip seninle oynayacak..."
Öylemi olacak gerçekten? Annem söz verdi, gözüm arkada kalmasın diye onunla oyunlar oynayacağını bile vadetti ama nafile. Ya kimse gelmezse? Ya unuturlarsa? Ya yalnızlıktan iyice bunalıp psikolojisi bozulursa?"
" Sanki sokaklardan gelmedi mi bu kedi? Yalnız kalmaya alışık zaten. Hem ne varki bunda? Topu topu 6 gün.. Bir isim veremedim şu zavallı kediye. Neyse dönünce mutlaka bir isim bulacağım..."
6 günlük yolculuk için evden çıktığımda kafamda bu çelişkili düşünceler, elimde küçük valizim sırtımda da yaz sıcağında kürklü montum vardı. 6 gün için Türkiye yaz sıcaklarına doğru neşeyle ilerlerken, kışın rüzgarını yeni yeni hissetmeye başlayan Şili'ye doğru yola çıkıyordum...
İberia Havayolları'nın kontuarına geldiğimde Şili'ye gideceğime iyice inandım Günlerdir bu seyahat konuşuluyordu ama ben nedense gerçekleşeceğine hiç ihtimal vermiyordum. Gazetecelik mesleğinin en hakim duygusu hayal kırıklığıdır. Son anda yaşanan bir gelişme en güzel anıları yaşanmaz kılar, en hasretle beklenen gezileri hayaller müzesine kaldırır. Bunun tam tersinin yaşandığı durumlar ise hazır çantası ruhunun derinliklerinde saklı gazeteci için paha biçilmezdir.
Havaalanı biraz kalabalık. Herkes bir yerlere gitmenin telaşında. İberia Havayolları kontuarının önü ise nispeten boş. İşlemlerimizi hızla tamamlayıp bir an önce gümrüğü geçiyoruz. 22 saat sürecek yolculuğun ilk anları bunlar. Tadını çıkarıyorum, gümrüksüz satış mağazalarının insanı baştan çıkaran ürünlerini her zamankinden daha büyük bir keyifle inceliyorum. Hatta bir iki güneş gözlüğü bile deniyorum. Kolay değil Güney Amerika'nın beni en çok cezbeden ülkesi ŞİLİ'nin başkenti Santiago'ya gidiyorum.
Madrid yolculuğu 4 saat süresince muazzam bir eğlenceye dönüştü. THY'nin diğer havayollarına göre lezzetli yemekleri ile insanı şaşırtan kalitedeki şarapları sıcak sohbetle harmanlanınca Madrid'e indiğimizi farketmedim bile. Madrid'in Barajas Havaalanı Avrupa'nın en büyük limanlarından biri. Antonio Lamela'nın tasarımı modern bina ahşap ve metalin uyumu içinde çok görkemli bir yapı. İşlemlerimizi çabucak tamamlayıp uçağa geçmek isterken birden aklıma ekip arkadaşlarıma sürpriz yapmak geldi. Hızla free shop'a gidip 14 saatlik uçuş için bir Bailey's aldım, gruptakiler bu son dakika manevrasını takdirle karşıladılar ama hiçbirimizin aklına gelmeyen bir engel vardı. İspanyol gümrük görevlisi havaalanından alınmasına rağmen Baileys şişesini uçağa götüremeyeceğini söyledi. Israrlarımıza hiç aldırmayan görevli tam şişeyi kenardaki çöp tenekesine at üzereydi ki son bir umutla haykırdım:
- "Durun...Bu içkiye el koymanız şart mı? Burada içemez miyiz?"
- "Hayır ama şu ileride içebilirsiniz..."
Bir anda gözlerimiz parladı. Özcan ve ben büyük bir gururla şişeyi alıp güvenlik kuyruğundan sıyrıldık. Çöpe atacağımıza , köşede kendi küçük barımızı kurarak mideye yolladığımız kavrulmuş viskiyle harmanlanmış karamelli içkimiz bizi daha da neşelendirdi. Attığımız kahkahaları Barajas'ta kimsenin atmadığına hiç şüphem yok.
Her ne kadar uluslararası şöhreti ile iyi bir havayolu izlenimi uyandırsa da İberia hepimiz için kötü bir tecrübeydi. İstanbul'dan binerken yaşadığımız küçük aksaklıklara aldırış etmedik. Uzun yolun verdiği heyecanla küçük detayların hiçbirine-çok huzursuz etse de- takılmadık. Ama Madrid-Santiago arasındaki yolculuğun daha ilk dakikalarında bir kabusun başlangıcında olduğunu hemen anladık. Asık suratlı, yüzlerinde hiç mimik bulunmayan hostesler, bayat ekmek "parçaları" eşliğinde sunulan lezzetsiz yemekler , çalışmayan video oynatıcı, sürekli cızırtı yapan kulaklıklar, gıcırdayan koltuklar, temizlik kavramına yabancılaşmış tuvaletler, bozul klima sistemi ve daha neler neler... 14 saatin sonuna doğru havasızlıktan boğulmaya ramak kala suyun da tükendiğini öğrenince bir daha Iberia ile yolculuk etmemeye karar verdim. Yine de uçağın tekerlekleri Santiago'ya değdiği anda olumsuzlukların hepsi yol oldu aniden...İçimdeki gezginci ruhu beni öylesine ele geçirdi ki artık ne İstanbul'daki kedimi, ne vedalaşamadan ayrıldığım güzel evimi, ne İstanbul'u ne de uçak yolculuklarından hep korkan annemi düşünüyordum. Ruhum o andan itibaren Güney Amerikalı oldu. Pasaport kuyruğuna ilerlerken polis köpeklerini bile kucaklamak geldi içimden. Herşey ve herkes bana yabancıydı o anda. Baktığım her köşe yanılsamaydı sanki, bir rüyanın ortasında ilerliyordum. Herşey beyazlaştı, her yer donuklaştı. Herşey güzelleşti. İnsan yüzleri, çocuk sesleri birbirine karışıyordu. Darbelerin ülkesi Pablo Neruda'nın o güzel ülkesinde yürümenin tadını çıkarmaya başladım. Adımlarımı yavaş atıyordum. Her adımda yeni birşey görmek istiyordum Eskisi silinmeli, yenileri karşıma çıkmalıydı. Fazla vaktim yoktu çünkü, 6 gün içinde herşeyi hafızamda bir yerelere yerleştirmeliydim. Güney Amerika'ya bu kadar çok gelmeyi arzulayıp da neden daha önce yollara düşmediğmi ise bugün bile açıklayamıyorum. Havalanı küçük ama çok düzenli. Yerler tatamen halı ile kaplı. Duvarlarda kadın devlet başkanı Michelle Bachelet'in fotoğrafları. And Dağlarının enfes posterleri.. Beyaz ışık bile rahatsız etmiyor beni burada, üniformalı polisleri sevdim şimdiden...
Dünyanın en güleryüzlü, en sempatik pasaport memuru uzaktan seslendi.
"Bu taraftan...Santiago'ya hoşgeldiniz...."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder