Güney Amerika macerayı seven, adrenalin ile beslenen her ademoğlu için taptaze bir heyecan. Bir gece önce bu yolculukların beni neden bu kadar etkilediğini düşünürken aklımda hep aynı şey vardı: Ben bir yerlere uzanıp kaybolma duygusu olmadan tam anlamıyla mutlu yaşayamıyordum. Oysa başka insanları mutlu edebilmek için önce kendimi mutlu etmeliydim. Bu inanç benim vazgeçilmez parçamdı. Dünyanın öteki ucuna doğru uçarken bedenimin tümünde hissettiğim o maceralara koşmanın kıpırtısı, tarifi imkansız bir duyguydu. Yolculuk biraz da bu aslında. Yani o heyecanı, o müthiş merak duygususnu bastırmanın bir çaresi yok. Yollara düşmek lazım onun için. İçimdeki beni bir yerlere çağıran o sesi duyduğumda bavulumu topluyorum sorgusuz sualsiz...Aslında ben sadece bu heyecan duygusu ruhumu sardığında tam yaşıyorum. Arta kalan zamanlarımızın unutulmaz olmasını istediğimiz için yollara düşüyoruz bence, farlı şeyler yaşamak için yanıp tutuşuyoruz. Keşfetmek için bavul topluyoruz, elimizdekinin kıymetini anlamak için de seyrediyoruz etrafı. Bu duygular gelip geçici mi bilmiyorum ama yazarken hepsini daha güçlü hissettiğime eminim. İşte biraz da bunun için yazmaya karar verdim. "Anı" yaşarken öylesine karmakarışık duygu denizinde yalpalıyor ki insan bir süre sonra yaşam "normale" döndüğünde ruhumuz da doğal olarak daha sıradan bir ritme dönüşüyor.
Yağmurlu sabahın ilk saatlerine havaalanından çıkıp otele doğru giderken beni ilk çarpan sarı yaprakların sonbahar mevsimine kattığı güzellikti. Bu mevsime bahar diyenlerin hiç yanılmadığını düşünürken manzaranın güzelliği karşısında nefes bile almak istemedim. Çevremdeki herşey birer birer yok olmaya başlıyordu, yanımdakilerin sesleri metalik uğultulara dönüşmeye başladı birden. Gözlerimin hemen önünde beliriveren kareler, sesler yokolunca büsbütün güzelleşiyordu. Gördüğüm herşeye dokunmak istiyordum soğuk camın arkasından bakan gözlerle... Sarı agaç yapraklarının kapattığı yollar, elele tutuşup yürürken sisli havanın içinde masal kahramanlarına dönüşen sevgililer, boş bankların üzerine düşen kahverengi benekli sarı yapraklar, bir yandan birbirlerine laf yetiştirip bir yandan da sokakları süpüren temizlikçilerin masum hali, hemen yanıbaşımızdan sessizce akıp giden küçük nehir, sabaha merhaba diyen trafik lambalarının arasında koşuşturan Santiagolular... Öylece seyrettim bu güzelliği...Yaşamın dünyanın bu köşesindeki doğal ritmini hemen sevdim. Seyrederken de geldiğim bu uzak ülkeyi düşündüm.
Şili öyle sıradan bir ülke değil, tarihi çalkantılarla dolu bir darbeler diyarı burası... Kitaplarda çatışmanın içinden sanat, eğitimin içinden bilinçli sınıflar çıktığını okuduk hep. Gerçekten öyle mi? Bağları ve şarabının ünü zaten kıta sınırlarını aşan bu topraklar en büyük bakır madenlerine sahip. Yani caddelerin düzenli olması, parkların bakımlı, sokaklarım tertemiz görünümü bu zenginlikle açıklanabilir diye geçiririyorum aklımdan.. Pablo Neruda tüm edebiyat tutkunlarının yakından tanıdığı bir şair. Ulusal kahraman Salvador Allende ve bir döneme sert yumruğu ile damgasını vuran acımasız diktatör Pinochet o muhteşem Sting tınılarıyla dahil oluyor düşüncelerime. Gözlerim yeni şeyler görmenin hazzını yaşarken, kalbim Sting'i Pinochet'ye kayıp çocukları sorduğu için sevgiyle anıyor. And Dağları'nın karlı tepeleri uzaktan muhteşem görünüyor. Beynimin içice Sting sarsıcı sesi çınlarken gözümün önünde akıp gidenlere çok şaşırıyorum aslında. Ben Santiago'yu hiç de böyle modern bir şehir olarak hayal etmemiştim. Şehircilik açısından son derece gelişmiş bir kent duruyor karşımda. Geniş bulvarlar, tertemiz caddeler sanki Güney Amerika'da değilmişimde Avrupa'nın herhangi bir kentine gelmişim hissi uyandırıyor bende. Haritanın en güney batısında bu uzun ülke daha görür görmez şaşkınlığa uğratıyor ziyaretçilerini. Sanatın baş tacı edildiği bütün kentleri severim, mimari ve estetiğin birleştiği her şehir beni içine çeker. Santiago caddelerinden geçerken gördüğüm heykeller, adım başı tezgah kurmuş sokak ressamları ve müzisyenler sanatın bu coğrafyada yaşamın ta içine sızdığını gösteriyor. Kendimi iyi hissetmem için bir neden daha işte... Çok mutluyum!
Otele ne zaman ulaştığımızı, havaalanından otelin kapısına kadar ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum bile. Yeni bir yere geldiğimde benim için zaman durur hep. Saat ve zaman kavramı ile ilişkim en alt düzeye iner. Bir daha göremeyeceğime inandığım her kareyi hafızamda bir yere koymanın telaşı içinde seyre koyulurum çevreyi. Yine öyle oldu ama artık gerçek zamana dönmem gerek. Kalabalıklar büyü olmuyor.
Otel Del Bosque sıcak keyifli bir yere benziyor. Santiago'nun merkezinde fazla yüksek olmayan bir bina. Sıcak mobilyalarla döşenmiş lobisi, huzur veren yumuşak sarı aydınlatması ile daha görür görmez seviyorum bu şirin oteli. Her ne kadar evimi çok sevsem ve otellerden daha konforlu bulsam da otelde kalma duygusuna bayılıyorum. Otel odası insana özgürlük veren bir yerdir ya hani...İstediği herşeyi, hayal ettiği her tuhaflığı yapar ya insan otellerde. Yani evdeyken hiç akla gelmediği halde küveti doldurmak başka bir şeydir mesela tel odalarında... Mutlaka yaparız. Bornozla saatlerce yatağın içinde Tv seyretmek sadece bana özel bir "tembellik etme isteği hali" değildir herhalde. Odanın içinde duyduğum huzur bana tüm bu tuhaflıkları yapma cesareti verdi. 22 saat süren yolculuğun sonunda uykunun o dayanılmaz cazibesine bırakıverdim kendimi. Tam 9 saat deliksiz uyumuşum.
Sabah saat tam 8'de kahvaltımı edip kendimi sokağa attığımda Güney Amerika'da ayak izlerimi bıraktığım için kendimi yine çok farklı, çok ayrıcalıklı hissediyorum. Sabah saatlerinde dünyanın her ülkesinde olduğu gibi burada da insanlar işlerine ulaşmaya çalışıyor. Bu huzurlu kentin caddelerinde kendimi hiç de yabancı hissetmeden yürüdükçe Santiago'nun özenle düzenlenmiş bir başkent olduğuna dair ilk izlenimlerim iyice pekişiyor. Belediye otobüsleri son derece modern ve temiz. Bu şehirde gördüğüm herkes 30 yaşın altında mı ne? Çevrede bu kadar genç insan olması çok dikkat çekici diye düşünürken parklarda el ele oturup kahvaltı eden aşıklar bir süre sonra sıradan bir görüntüye dönüştü. Sanki bir üniversite kampüsünde dolaşıyorum. Bu kadar çok gencin doldurduğu sokakları bir de Ukrayna'nın başkenti Kiev'de görmüştüm. Otobüs duraklarında ellerinde kitapları ile gençleri görünce buranın bir öğrenci kenti olduğundan emindim artık. Sonradan öğrendiğime göre çok yanlış bir tahmin değilmiş bu. Dünyanın farklı üniversitelerinin şubeleri varmış burada, dört yüzden fazla fakülte olduğunu okuyunca şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutuyordum. Hal böyle olunca dünyanın farklı ülkelerinden gelen öğrenciler Santiago'yu Latin Amerika'nın en genç ve en entellektüel kenti yapmaya başlamış. Bir Çinli kızla elele dolaşan kızıl saçlı genç çok kültürlü, çok uluslu kenti keşfetmeye çalıştığımı anlatıyor bana. Seyahat kitaplarının Santiago'yu tanımlarken "aşıklar kenti" demesinin nedenini kent içinde birkaç saatlik yürüyüşle iyice anlamış oldum. Sınırların olmadığı bu özgür ortamı bulan hayatlarının baharındaki genç üniversite öğrencileri And dağlarının gölgesinde yaşamın tadını çıkarıyor. Yüzlerinden sıcak gülücükleri hiç eksik etmeyen gençlerin bu sıcakkanlı hali başka nasıl açıklanabilir ki?..
Santiago'daki birbirinden modern gökdelenler buranın bir iş merkezi olduğu gerçeğini de hep hissettiriyor. Aşıklar Kenti bir yandan da finans dünyasının kalbinin attığı bir ekonomi başkenti. Öğrendiğime göre Latin Amerika'nın finans merkezi. Kravatlı, takım elbiseli çalışanlar ellerinde Starbucks kahveleri ile tıpkı New York sakinleri gibi hızlı koşarcasına adımlar atarak işlerine yetişme telaşı içinde. Kadınlar da ise dikkatimi çeken renk seçimleri oldu. Tayyör ağırlıklı kıyafetlerinin renkleri, kırmızı, mavi ve sarı gibi canlı renkler. Güler yüzlü polisler de Pinochet döneminin askerleri sanki. Kahverengi üniformaları pek şık kategorisine düşmese de son derece tarz sahibi. Askere ciddiyetlerine bakıp çekinerek sorduğum her soruya büyük bir sevecenlikle cevap veriyordu hepsi. Saygılı, yardımsever ve güleryüzlüler. Yeni ayak bastığımız bir şehirde güven duygusu yakalamanın en önemli kriterlerinden biri güvenlik güçlerinin davranış biçimleri bana göre.
Şehir küçük ama çok sempatik. Her yerde küçük kafeler ve pastaneler var. Tabi artık usandıran dünya markası kahve dükkanları da. Sonbaharın son günlerine eşlik eden güneşi kaçırmak istemeyenler caddelere sıralanmış sevgilileri ile etrafı süzüyor. Sarmaş dolaş oturanlara bakıp özgürlük kentinde volta atmanın keyfini biraz daha çıkartmaya başladım. Bıkıp usanmadan yürümeye devam ettikçe şehrin her köşesinin parklarla sarılı olduğunu farkettim. Yeşil burada insanın hemen yanıbaşında, her yer o kadar yeşil ki betonla kaplı caddeler bile hiç rahatsız etmiyor.
TÜRKİYE CADDESİ
Rehber kitapta okuduğum Türkiye Caddesini bulmaya çalışırken birden çok acıktığımı hissettim. Bu sıradan bir açlık duygusu değil, hemen birşeyler yemem lazım. Sanırım kan şekerim düşmüş ama ben farkında değilim. Sarhoş gibi sokaklarda yürüyorum. Saatler boyunca o kadar yürüdüm ki açlık duygusu aklıma bile gelmedi ama biraz enerjiye ihtiyacım var. Bir balık pazarının önünde kızarmış balık satan geveze bir satıcıdan hayatımda hiç görmediğim iri balığı alıp yarım ekmekle yedikten sonra yürümeye devam ederim diye düşündüm. Tam o sırada cep telefonum çalınca bir banka oturdum. Yanımdaki yaşlı Santiagolu telefonu kapatır kapatmaz bana dönüp konuştuğum dili sorunca tatlı bir sohbete ilk adımı atmış olduk. Yaklaşık 15 dakika ben Türkiye'den o Şili'den bahsedip durduk. Atatürk'ü biliyordu ve Türkiye için neler yaptığının farkındaydı. Tanrım ne gurur verici birşey bu, ülkemden binlerce kilometre uzakta, harika bir ülkede Mustafa Kemal'i anıyorum. Onu herkes tanıyor, ne güzel. Santiago'da bile Atatürk konuşabiliyorum.
Türkiye'ye her bakımdan uzak bu şehirde bir Atatürk Caddesi var ve az önce tanıştığım Santiago'lunun tarifi sayesinde fazla oyalanmadan bu caddeye doğru yürümeye başladım. Yine parklar arsından geçiyorum ve yine gençlerin arasından yürüyorum tabi...Ve birden karşımda beliriveriyor. Yüzüne her baktığımda içimi titrer. Bu kez sarsıldım. Tüylerimin diken diken olduğu o anı bugün bile her ayrıntısyla hatırlıyorum.
Atatürk Portresi... Şehrin in işlek meydanlarından birine dikilen sade bir anıt ve Atatürk'ün etrafındakileri seyreden gözleri.... Bir Türk olarak gurur duydum, tüylerim diken diken oldu. Tarifsiz bir duygu, sonsuz bir mutluluk, eşsiz bir onur. Anıtın hemen altında önderimizin kendi sözleri. İspanyolca ama hemen tercüme ettirdim:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, vatanın fedakar ve sadık hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman ve insanlık idealinin canlı emsali...
Bütün hayatını Türk milletine vakfetmiş, milletine kendi ruhunu, ateşini vermiştir. Hatırası milletinin ruhunu ateşli tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır"
Söyleyecek söz bulamıyorum... Aklıma kendi ülkemde onun resimlerine bile tahammül edemeyenler geliyor.
Şili'de bir de Atatürk Lisesi varmış ama oraya gidecek vaktim yok. Bu anıtın neden buraya yapıldığını sonradan araştırdığımda Şili'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk ülke olduğunu da öğrendim. Anıtın yapılma nedeni ise basit. Ulusal bir kahramanın bir ülkede neleri değiştirebileceğine samimi biçimde hayranlık duymuşlar ve yapmışlar.
Santiago'nun buluşma noktası Plaza de Armas. Burası muazzam bir meydan. Şili'nin ezilen, yıllarca beyaz adamın elinde acıyla kavrulan boynu bükük yerel halkı bankları doldurmuş zaman geçiriyor. Esmer yüzlerindeki mutsuz ifadeler bu şehrin içinde barındırdığı tezatları da gün yüzüne çıkarıyor işte. Nerede o İspanyol göçmeni zengin Santiagoluların ellerindeki kahvelerle çevreye gülücükler saçan mutlu , yüzleri? Plaza de Armas'ta gördüğüm fakir esmerler hiç de mutlu görünmüyor. Fotoğraflarını çekmeye çalıştığımda istisnasız hepsi yüzünü kapatıyor. Hepsi işsiz, hepsi fakir. Çevrede tek beyaz derili Şili vatandaşı neden yok? Kısacık bir seyahette kavranamayacak kadar derin sorular bunlar, farketmemiş gibi yapıp sokak ressamlarının olağanüstü güzellikte tablolarının muhteşem renkleri arasında kendimden geçiyorum. Kentin her sömürge ülkesinde olduğu gibi siyahlar ve beyazlar olmak üzere tam ortadan ikiye bölündüğünü unutmaya çalışıyorum...
Bir şehirde beni en keyiflendiren manzaralardan biri de özgürce dolaşan sokak kedileriyle köpekler. Hele bir de önlerinde yemek kapları ve su varsa orada yaşayan insanların uygar olduğuna inanırım. Merhamet duygusunu herşeyin üzerinde tutan biri olarak Santiago bana görüntülerin en güzelini bahşetti. Gittiğim her fakir bölgede hayvanlarla insanlar yaşamı paylaşarak nefes alıp veriyor. Bu meydanda da durum böyle. Öğle sıcağında pinekleyen sokak köpekleri palmiye ağaçlarının gölgesi altında enfes fotoğraflar veriyor bana. Nedense bu sokak köpeklerini Santiago'nun "uygar", zengin bölgelerinin geniş kaldırımlarında göremedim. Orada tanıştığım bir polis memuru belediyenin sokak köpeklerini toplatmaya çalıştığını ama hayvan derneklerinin buna izin vermediğini anlatınca kendi ülkemde de durumun farklı olmadığını hatırladım. Hiçbir canlının yaşam hakkına müdahele etmeye hakkımız yok. İnsanca olan yaşamı paylaşmak. Doğayı, yiyeceği, meydanı... Santiago biraz da ağacın altında kuyruğunu keyifle sallarken yanına gidip başını okşadığım o beyaz köpeğin zeytin gözlerinde saklı çünkü. Santiago Plaze Del Armas meydanı olduğu kadar özgürce sallanan beyaz köpeğin kuyruğu da.
Her yer kilise dolu. Din Latin Amerika'da son derece güçlü. Çevrede sayısız kilise var. Koyu Katolik inancı her yerde. Ellerinde İncille vaaz veren misyoner rahipler meydanın en dikkat çekici değişmez üyeleri belli ki...Benim en çok şaşırdığım şey ise bu rahiplerin her gün bunca kalabalığı nasıl topladığı. Şaşırmamın nedeni meydanda ilgi çekecek daha eğlenceli bir çok aktivitenin olması. Örneğin bir köşede dans eden sokak çalgıcıları, hemen karşısında pandomim sanatçıları, akrobatlar yeteneklerini kalabalıkta doğrudan iletişim kurarak sergiliyorlar. Aralarında öyle yetenekler var ki, insanoğlunun çalışarak neleri başarabileceğini anımsatıyor insana. Sokak ressamları ise tek başına bir yazı konusu. Latin Amerika insanının renklere olan tutkusu tuvallerde ortaya çıkıyor sanki. O muhteşem renklerle yapılan yağlıboyu tabloları evime taşıyamasam da hayatım boyunca unutamayacağım. Meydandan ayrılırken İncilden pasajlar okuyan rahibin sesi kulaklarımda yankılanıyor. Kenya'nın muhteşem bilgesinin o muhteşem sözlerini hatırlıyorum:
"Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı.
Bize gözlerimizi kapayarak dua etmesini öğrettiler
Gözümüzü açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı"
Salvador Allende Müzesi ile Pablo Neruda'nın evi buraya gelenlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken yerler. Neruda'nın La Chascona adındaki evi şairin sürgün yıllarını geçirdiği mekan. Labirent gibi koridolardan geçerek ulaştığım odalarda Neruda'nın yakın arkaşları Picasso ve Dali'nin resimleri var. Santiago'da nereye girsem beni yalnız bırakmayan yeşil burada da var. Evin ortasındaki ağaçlar bana cennet bahçesinde oturuyormuşum duygusu veriyor. Tanrım! Ben doğayı çok seviyorum. Neruda Nazım Hikmet'in de yakın dostu sanırım diğer evinin tavanında Nazım Hikmet'in bir şiiri yazılıymış.
Her dikta rejimi, sonunda iyiliğe ve güzel olana karşı yenilgiye uğruyor, ya da bize öyle geliyor. İnsanın içindeki bitmeyen hırs ise nesiller değişse de aynı hataların tekrar edilmesine olanak sağlıyor. İşte Neruda sevgili dostu Allende'nin öldürülmesinden iki hafta sonra, göz hapsindeyken ölünce halk korkusundan cenazesine bile katılamamıştı ya... Şimdi her yıl binlerce insan mezarını ziyaret edip karanfillerle donatıyor ustayı... Şili'yi belki biraz da bu yönüyle seviyorum. Geçmişinde insana iyi gelen öyküler var.
San Cristobal veya Metropolitan Tepesi'ne kentin en yüksek yeri. Bir nevi Çamlıca tepesi ama burada And dağlarının muhteşem güzelliği duruyor karşımda. Karlı tepeleriyle Santiago'ya müthiş bir güzellik katan bu sıradağların insanı çok etkileyen çekici bir yanı var. Ne olduğunu hala çözemedim. İnsan seyrederken büyüleniyor. Banka oturduğunuzda elinizde sıcak bir çayın olmasını öneririm. Böylelikle Santiago'nun düzenli yollarını, gideren artan gökdelenlerini, muhteşem parklarını ve sürekli akan yoğun trafiğini izlerken dondurucu soğuğu hissetmezsiniz. Sadece ormanlık yolların içinden yükselirken oksijen almak için bile San Cristobale'e çıkmaya değer. İki adım ötede , turistlerden uzak bir köşede kenti seyrederken yine beynimin içindeki o kapı açıldı ve yine bir süreliğine kayboldum. Sesler yok oldu, sessizliğin içinde şehrin içine karıştım. Santiago'da, And Dağlarının karşısında yaşadığım hayata bir kez daha şükrettim. Kendime gelip uzaklara dalan gözlerime söz geçirmeye çalışırken rehberin sesi yayıldı etrafa... "Şehre dönüyoruz, herkes arabalara..." Yaşamımın bu kayboluş halini çok sevdiğimi düşünüyordum inerken.
Alameda Caddesi şehri ikiye ayırıyor. Kenti gezmek ve alışveriş için ideal. Pinochet'nin bombalattığı başkanlık sarayı La Moneda benim daha fazla ilgimi çekti. Tipik bir yönetim binası da olsa yeşil ve suyun hakim olduğu peysajı burayı sıradan yönetim merkezlerinden ayırıyor. Dost canlısı koruma görevlileri de bu ziyareti daha da eğlenceli hale getiriyor. Eğlence demişken aklıma geldi.
Balık seven bir gezginseniz Şili'nin başkentinde mutlaka Mercado Central adındaki pazar yerine uğrayın. Burası bizim İstiklal Caddesindeki Çiçek Pasajını andırıyor ama çok daha renkli bir atmosferi var. Herşeyden önce mimarı Paris'in sembol anıtı Eiffel Kulesinin mimarının ta kendisi, yani Gustave Eiffel. Sadece bu özelliği bile bu harikulade yerde birkaç saat geçirmek için yeterli bir neden. Sebzenin ve meyvenin en tazesinin satıldığı bu güzel mekan pahalı ve biraz da turistik olduğu için küçümense de benim çok hoşuma gitti. Havada deniz tuzu kokusu, restoranların balkonların sarkan rengarenk çiçekler, neşe içinde şarkılar söyleyen halk sanatçıları, akerdeon tınıları burayı eşsiz bir tiyatro sahnesine dönüştürmüş. Balık sevenler için Central Mercado adeta bir cennet. Birbirinden farklı balık çeşitlerini tadarken bronztan yapılmış çeşmeden su taşıyan köylü kızı heykeli içimi ısıtıyor.
Museo de Artes Visuales yani Görsel Sanatlar Müzesi kısa zamanımın içine sığdırabildiğim tek sanatsal faliyetimdi. Ulusal Tarih Müzesi ile Güzel Sanatlar Müzesini gezecek vaktim yoktu malesef ama uzun süre kalma şansı olan olan gezginler için Santiago inanılmaz bir kültür çeşitliliği sunuyor. Müze binalarının hepsi birbirinden görkemli. Aslında İspanyol koloni zamanından kalan binaların tümü mimari bakımdan etkileyici ama yine de dikkatimi çeken başka birşey oldu. Gezdiğim kentlerde binaların üzerindeki tarihlere mutlaka bakarım. Mimarın binayı kaç yılında yaptığını hep merak ederim. Santiago'da da bu huyumdan vazgeçmedim tabi. Bazen bir yapının kapısında yazan tarihi fotoğraflayabilmek için trafiğin yoğun olduğu caddelerde riskli anlar yaşadığım da olur. Bu kez farkettim ki tarihi çok eskilere dayanan Santiago'da 150 yaşından büyük bina yok. Nedenini merak edip bir rehbere sorduğumda aldığım cevap gerçeği dramatik biçimde ortaya çıkardı. Şili bir deprem ülkesi. Santiago'da yaşanan sayısız deprem yüzünden eski binaların hemen hepsi yıkılmış. Bu yüzden binaların çoğu nispeten "yeni". Plaza de Armas Katedrali ile şehrin en eski ve görkemli yapılarından biri olan San Fransisco Kilisesi sanırım depremden zarar görmeyen birkaç eski yapıdan biri. Posada del Corregidor gibi yapılar dışında bu tarihi kentte 150 yaşından daha eski binanın olmamasının nedeni olan deprem felaketlerinin sonuncusu da 1985'de çok şiddetli biçimde yaşanmış. Neredeyse kentteki tüm binalar bu trajik afette yok olmuş.
Bu kadar kısa zamanda en fazla yeri nasıl görebilirim diye soran "şanssız" ya da zaman sorunu yaşayan bir gezginin mutlaka ziyaret etmesi gereken ilk yer hiç şüphesiz metro olmalı. Santiago'nun geniş bir ağa yayılan güvenli metrosu hem kent insanı için hem de turistler için şehrin bazen cehennem azabı yaşatan trafiği düşünülürse tam bir kurtuluş noktası. Düzenli işleyen modern trenlere tek yön 1 doların altında bir ücretle biniliyor. Metro bilet fiyatları günün farklı saatlerinde değişiyor. Sabah ve akşam saatlerinde yüksek ücret uygulaması var. Metro sayesinde bu kadar kısa zamanda görebileceğim herşeyi görmeyi başardım. Yüzden fazla istasyonu birbirine bağlayan bu ulaşım ağını kuranlara her yeni istasyonda gönlümden kopan en büyük madalyaları verdim.
Akşam üzeri koşar adımlarla otele varıp kendimi hemen sıcak banyonun o uhrevi dünyasına bıraktığımda ne kadar yorulduğumu ilk kez o anda idrak ettim. Ayaklarım resmen kötü muamele görmekten isyan ediyordu. Otelim çok rahat gerçekten. Santiago'da Sheraton, Ritz Carlton ya da İnter Continental gibi uluslararası zincirlerin yanında yüzlerce küçük otel de var. Bu otellerin hepsi de Avrupa standartlarındaymış elimdeki rehber kitaba göre. Zaten ilk izlenimlerim buranın Latin Amerika ülkesinden çok farklı olduğunu hissettiriyor bana. Latin Amerika'nın gururlu ülkesi Şili genel görünümüyle bir çok Avrupa ülkesinden farksız hatta daha üstün olduğunu her yerde hatırlatıyor. Kaldığımız otelin adı Plaza El Bosque. Dört yıldızlı, küçük ama son derece modern döşenmiş bir otel. Odamın penceresinden tüm Santiago'yı ve karlı tepeleriyle her bakışımda beni derinden etkileyen And Dağlarını seyredebiliyorum. Santiago'da Novotel ya da Holiday Inn gibi zincir otellerde gecelik 80 Dolar gibi bütçe ayırırsanız rahatlıkla kalabilirsiniz. Bizim kendi otelimiz için 110 Amerikan Doları ödedik ki, bu rakam dört yıldızlı bir otel için son derece makul.
5 milyon nüfuslu bu kentin sorunlarını da yavaş yavaş keşfetmeye başladım bu arada. Otel odasının penceresi yeşil kentin güzelliklerinin yanında hava kirliliği diye bir sorunu olduğunu da gösterdi. Akşam saatlerinde çöken serin havanın etkisiyle bacalardan tüten dumanlar yüzünden uzaklardaki binaları neredeyse göremiyordum. Endüstri yeni iş alanları yaratıyor yaratmasına da doğayı kirleten faktörler de her geçen yıl biraz daha içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Caddelerde uzayıp giden arabaların yarattığı görüntü de geniş alana yayılan metronunda kentin ihtiyacını karşılayamadığını gösteriyor. Hava kirliliğinin en temel sebeplerinden biri de arabalara tutkun Latin Amerika insanının yarattığı kent trafiği elbette. Uçakta gelirken Santiago'nun Latin Amerika'da iş yapılacak en önemli şehir seçildiğini okumuştum, akşam olurken tabelalar birer birer yanmaya başlayınca bir çok uluslararası şirketin temsilciliklerinin de bu şehirde olduğunu anladım.
Kent gece ışıklar içinde ayrı bir güzelliğe kavuşuyor. Radyodan bir klasik müzik kanalı seçip camın önündeki koltuğa kelimenin tam anlamı ile yayılıyorum... O nefis banyonun yarattığı rehavetin bedenimden hiç ayrılmamasını dileyerek yeni aldığım şarabımla Latin Amerika'nın ateşli ruhuna kadeh kaldırıyorum...