7 Şubat 2011 Pazartesi

KENYA'DA ZAMAN

Hafta sonu yaklaşıyordu. Sürekli çalışmaktan şikayet etmeye başlamıştım. Kafamı dinleyeceğim sesiz sakin bir yere ihtiyacım vardı. Hep öyle olur. Ne zaman kendimi baskı altında hissetsem en iyi fikirler o zaman gelir aklıma. Ne zaman hayatın ağır yükünü omuzlarımda hissetsem ruhumun ihtiyacına bir çare buluveririm.. Yine öyle oldu. Ne yapacağımı düşünürken aklıma o çılgın fikir düşüverdi. Bir Amerikalı arkadaşımın ballandıra ballandıra anlattığı o otele gidip birkaç gün kalmak güzel olacaktı! Mantığım heyecanıma baskı yapıp beni engeller diye korktuğum için böyle durumlarda seri hareket ederim. Hemen telefona sarılıp daha önce defterime yazdığım numarayı çevirdim. Birkaç dakika içinde rezervasyonumu yaptırmıştım bile. Artık geri dönüş olmadığını idrak edince içimi tarifi imkansız, heyecanla karışık bir ürperti kapladı. Hafta sonu Afrika’nın tam ortasına, Kenya’ya yolculuğum artık kesindi. Zürafalarla kahvaltı için ihtiyacım olan tek şey bir uçak biletiydi sadece.. THY görevlisine yarın akşam için Nairobi'ye mil biletiyle yer olup olmadığını sorduğumda valize alacaklarımı planlamıştım bile. İçimdeki hınzır çocuk yine haykırıyordu:

“Bekle beni Afrika, geliyorum!”

Afrika her zaman hayal alemine sürükler beni. Afrika’ya ayak basmak kadar yolculuğun düşler dünyasında şekil bulan küçük ayrıntıları da ruhumu alevlendirir. Afrika farklıdır çünkü, başkadır. Yaşam daha gizemlidir, çocuklar daha anlamlı bakar etrafa. Gözlerinde mana yaşar. Savanlara batan güneş kırmızı toprakla buluşup yüreğimizi esir alır. Aşk bu topraklara ayak basan herkesi sarmalar. Kaçamaz, teslim olur insan. Onun için Afrika kaçamakları iyi gelir bana.

Havaalanı o gün her zamankinden daha kalabalıktı. Ya da bir an önce ıssız topraklara kavuşmak isteyen bana öyle geldi. Sırtımda çantam, düşüncelerimde uçsuz bucaksız savanlar o kalabalığın içinde biraz garip hissettim kendimi. Birkaç saat sonra “medeni” dünyanın bu kalabalığından çok farklı bir gerçeğin parçası olacaktım. Hiç adetim olmadığı halde erkenden uçağa gidip koltuğuma yayıldım. Uçak bulutların arasına dalınca gözlerimi kapattım. Artık Afrika savanlarından başka bir şey yok aklımda.

***
İstanbul’dan Nairobi yaklaşık 6 saat sürüyor. Saat farkı yok. Üstelik çok büyük sıcaklık farkı da yok. Uçaktan inip kendimi dışarı attığım da şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Kenya’da üşüyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama hava tatlı tatlı esiyor işte. Buraya gelmeden önce ayarladığım arabanın şoförünü hemen bulunca keyifleniyorum. Ne de olsa burası Afrika. Tek başına gelen biri için en ufak bir aksama büyük sorun demek. Bunu güvenlik anlamında söylemiyorum. Afrika’da işler çok yavaş işliyor. Önceden planlanmayan herhangi bir işin olabilmesi için mucize gerekli. Arabada giderken kentin yeşil dokusunu hayranlıkla seyrediyorum..Yol boyunca barakalar, terkedilmiş kulübeler var. Akasya ağaçlarının altında uyuklayan köpekler, toprak sahada top koşturan çocuklar Afrika maceramın ilk fotoğrafları. Şoförüm “işte geldik” deyince gözlerim pür dikkat çevreyi inceliyor. Çok şık bir demir kapının önünde güleryüzlü bekçi karşılıyor bizi. Rezervasyonumu kontrol ettikten sonra nazik biçimde kapıyı açıyor. İşte o anı kelimelerle tarif etmek çok zor. Bir cennet bahçesinin ortasında araba ağır ağır ilerlerken kırmızı tuğladan yapılmış ihtişamlı yapı çıkıveriyor karşıma. İşte kalacağım otel bu! Uzaktan bakınca küçük bir şatoyu andırıyor. Dikkatimi çeken ilk şey binanın cephesini kaplayan dev pencereler. Tipik bir İngiliz veya İskoç malikanesi. Son derece bakımlı ve temiz görünüyor. Çatıya kadar uzanan sarmaşık zaten gizemli bir havası olan binayı daha da esrarengiz hale getirmiş. Bir masalın başrol oyuncusuyum sanki. Derken otelin dev bahçesinde yaşayan zürafalardan biri çıkıyor karşıma. Donup kalıyorum.

Önümden müthiş bir zarafetle yürüyerek geçen bu muhteşem dev hayvanı seyrediyorum bir süre. Doğal ortamında yaşayan bir hayvanla karşılaşınca evrenin güzelliğini hatırlıyor insan. Çevredeki ağaçlardan gelen binbir türlü kuş sesi ortamı diğer tüm gerçeklerde iyice ayırıyor. Alabildiğine mutluyum. Masmavi gökyüzüne eşlik eden kavurucu Afrika güneşini omuzlarımda hissederken gözlerim kapının yanındaki akasya ağacına takılıyor. Ben artık çok başka dünyaya aitim!

Uğruna bu kadar yolu göze aldığım yerin Adı Giraffe Manor. 1932 yılında İngiliz bir asilzade yaptırmış burayı. Çevrede yaşayan zürafaları her sabah kalıp seyretmek istemiş. Yıllarca da yaşamış bu evde. 1974 yılında İskoç bir kontun torunuyla karısı bu muhteşem malikaneyi yine aynı nedenle satın almışlar. Bahçesindeki zürafalar buraya öyle sonradan gelmiş değil, bu alan onların doğal yaşam mekanı. Doğa aşığı çift bu evi satın aldığında kaçak avlanma yüzünden sadece beş tane kalan zürafaları korumaya karar vermişler. Şimdi onlarca zürafa kentin yanı başındaki bu arazide özgürce dolaşıyor. Heyecanlıyım. Daha birkaç gün öncesine kadar benim için uzak bir hayal olan bir Doğu Afrika ülkesindeyim. Ruhum, bu kadar gerçek dışı bir dünyada olmanın tesiri altında. Otelin işletmecisi John ve nazik eşi bir kokteyle karşılıyor beni kapıda. Ananas ve mango karışımı nefis içecek, içimi o kadar ferahlatıyor ki, bir bardak daha istiyorum. İlk kez bir Türkün kalacağını anlatıyorlar heyecanla.. Sonra lobiye davet ediyorlar. Lobi görkemli. Ahşapla kaplanmış duvarları Afrika resimleri süsülüyor. Bir de zürafaların atalarını gösteren siyah beyaz fotoğraflar. Belli ki her zaman büyük bir sevgiyle korunup kollanmışlar hepsi. Ortada duran şömine beyaz renkli mobilyalarla çok uyumlu duruyor. Lobiyi üst kattaki odalara bağlayan çift yollu merdiven yüksek tavanın altında mekana hakim ihtişam duygusunu artırıyor. Ahşap merdivenin hemen ilerisinde odalar var. Ben Klimanjaro’ya bakan bir oda istediğim için güney tarafta kalacağım. Oda kapısını açar açmaz salona yayılan ahşap kokusu insanı bir anda rahatlatıyor. Cibinlikli bir yatak ve son derece kaliteli Fransız mobilyalar hemen dikkatimi çekiyor. Odanın duvarlarında benden önce kalan misafirlerin yavru zürafalarla çekilmiş fotoğrafları var. John bazı eşyaların evin eski sahiplerine ait olduğunu, o dokuyu bozmamak için eski eşyalara küçük bakımlar dışında hiç dokunmadıklarını anlatırken gururlu. Belli ki böyle bir yerde yöneticilik yapmaktan ziyadesiyle hoşnut. Tavandaki pervaneyi nasıl çalıştıracağımı gösterirken gözlerim odanın içinde geziniyor. Böyle bir yerde uyuyacağım için çok şanslıyım. Odanın içindeki her küçük aksesuar buranın Afrika olduğunu anımsatıyor insana. John gidince pencereyi açıp dışarıyı seyrediyorum bir süre. Neşeyle öten kuşların sesi odanın içinde. Rüzgar perdeleri uçuruyor. Ağustos böcekleri de koro halinde bağırıyor. Ürpermemek elde değil. İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta, Afrika'nin tam ortasinda! Art Deco banyoya girip elimi yıkıyorum. Aynanın yanındaki kristal su sürahisi ve pompalı parfüm şişeleri zamana meydana okuyor.

Ertesi sabah kahvaltıda uzun masif masaya kurulup nefis Afrika çayını yudumlarken gözüm o dev pencerelerde. Otel uçsuz bucaksız bir vadinin ortasında, Ngong Tepeleri'nin eteklerine kurulmuş. Arazinin asıl sahibi yıllardır burada yaşayan Rothschild zürafalari. Bu tür soyu tehlikede olan bir zürafa türü. Hepsini aynı sanırız ama değil, en az yedi çeşit zürafa yaşıyor doğada. Üzerindeki beneklerin rengi ve şekli hangi tür olduğu konusunda ipucu veriyor. Ben bunları düşünürken otelin müdürü eliyle işaret ediyor.

"işte bakın bir tanesi geliyor!"






Döndüm. Aklımı başimdan alan bu güzellik karşısında ne yapacağımı bilemez haldeyim. İki akasya ağacının ortasından salınarak gelen bu dev hayvanı hayranlıkla seyre daldım bir süre. Yaklaşıyor!... Bize doğru geliyor. Neredeyse camı kıracak. ilk anda ürküyorum biraz. Kafasını camdan uzatıp kahvaltıya ortak olunca müthiş duygular akıp gidiyor insanın içinden. Gerçekle düş birbirine karışıyor. Bu anı yaşamak gerek. Ancak o zaman anlaşılır. Masadaki herkes çığlıklar atarak bu sevimli hayvanı beslemeye çalışıyor. O kadar alışmışlar ki, insan elinden yiyecekleri büyük bir dikkatle, zarar vermeden yiyorlar. Otelde kalan tüm misafirlerle yemeği bırakıp bahçeye çıkınca diğerlerini de görüyoruz. Yeni doğmuş bir yavru annesini emiyor.

John doğal ortamında doğan bu yavruların en büyük gurur kaynakları olduğunu anlatıyor. Haksız da sayılmaz. Safari’de gördüğümüz zürafaları nasıl bir sonun beklediği muamma oysa buradakilerin hepsi güvende. Masai Mara ya da Serengeti Milli Parkı’ndaki zürafalar peruk yapımında kullanılan kuyrukları için avlanıyor. Burada ise mutluluk içinde çoğalıyorlar. Birbiri ardına patlayan flaşlardan hiç de rahatsız değiller. Alışmışlar. Bu muhteşem otelde kalmaya gelenlerin tek amacı bu manzarayı görmek. Neşe içinde sona eren kahvaltıdan sonra hayvanların hepsi dağılıyor ama ortalarda sürekli dolaşan “warthog”lar var. Afrika’ya özgü, domuza benzeyen bu hayvanlar dizlerinin üzerine çöküp besleniyor. O kadar çoklar ki, binaya yaklaşmalarından hoşlanmayan otelin sevimli köpeği epeyce ter dökmek zorunda kalıyor. Zaman burada farklı. Bu kadar iyi vakit geçirince akşamın gelişine şaşırıyor insan. Gün hiç bitmesin istiyorum.

Aslında gece olunca yeni sürprizler var. Otelin mutfak şefinin lezzetli yemekleri en az zürafalar kadar ünlü. Toplam 6 oda olunca kalan sayısı da belli. Onun için şef herkesin damak tadını öğrenip kişiye özel bir ziyafet hazırlıyor. Mumlarla süslenmiş, kolalı bembeyaz örtülü romantik masada özel sunumla ikram edilen yemek “Benim Afrikam” kitabının yazarı Karen Blixen de öğlen yemeklerini burada yermiş. Yani Giraffe Manor’un yüz yıldır tükenmeyen bir lezzet geleneği var.

Giraffe Manor Oteli Kenya’nın başkenti Nairobi’nin 10 kilometre dışındaki Karen semtinde. Nairobi’nin en düzenli semtlerinden biri burası. Nairobi’de yaşayan yabancıların çoğu bu bölgeyi tercih ediyor. Yeşil doğası ve sağlam altyapısıyla Afrika’dan çok Avrupa’da bir mahalle havası veriyor. Turistlerin sıklıkla uğradığı doğal yaşam merkezleri de burada. Kentin merkezinden Karen’e ulaşmak kolay. Ya taksiyle ya da minibüslerle günün her saatinde otele ulaşılabiliyor. Bu otelde kalanların merkezle bağlantıları hiç kesilmiyor ama bahçe kapısından bir kez adım atan bir daha dışarı çıkmak istemiyor.

Dünyanın her yerinden ziyaretçilerle tanıştım. Hepsi buranın dünyadaki en özel otellerinden biri olduğu konusunda hemfikir. Giraffe Manor iki yıl önce el değiştirmiş ama yeni sahipleri de burayı korumaya kararlı. Hafta sonları okullardan genç öğrenciler gelip yaban yaşamı yerinde inceliyor. Daha küçük yaşlardan doğanın koruması gereken bir hazine olduğunu öğreniyor. Bu muazzam oteli mutlaka keşfedin. Hayatınızın sonuna kadar gördüklerinizin etkisinden kurtulamayacaksınız. Ben akşam yatarken penceremi tıklatan o muhteşem canlıyı hiç unutamayacağım. Elimden yemek yerken gözlerimin içine bakan bu uzun boylu zarif hayvan doğaya elini uzatanın kalbini de tamir ediyor. Ona dokunduğum anda ruhum özgürleşti. Uzaklarda bir yerlerde, akasya ağaçlarının gölgesinde masalsı bir dünya bekliyor sizi. Gidin o dünyayı keşfedin! Hadi kendinize bir iyilik yapın, toplayın bavulları!

10 Ocak 2011 Pazartesi

YURTDISINDA OKUL

AVRUPA'DA UNIVERSITE HAYAL DEGIL!

Her yil ozel universitelere cuvalla para odemek zorunda kalan ogrenciler Turkiye'de yeni hayallerin pesinden kosuyor. Bir ozel universiye girip dil ogrenince yasamlarinin daha kolay olacagini dusunenler devlet okullari yerine son yillarda sayilari iyice artan ozel universiteleri tercih ediyor. Memlekette durum malum. Parayi bir kez kaptirinca aldigin mali begenmezsen iade edemiyorsun. Egitim kalitesini begenmeyen ogrenci de bir kere kayit yaptirdigi okulla bagini oyle kolay kolay koparamiyor. Caresizlikten aslinda hic begenmeyecegi bir diplomaya sahip olmak icin cok kiymetli yillarini heba ediyor. Ozel universiteler albenili ilanlarla her yaz basi ogrenci avina cikiyor ama verdigi dil egitimi dunya universitelerindeki standardin yanina bile yanasamiyor. Bir egitim kurumu olmaktan cok ticari isletme gibi davraran bir cok okul aldigi ogrenciyi para makinasi gibi gorse de yillardir bu tuhaf sistem geliserek dev bir ekonomi halini aldi. Odenen paralar astronomik, ogrenciler caresiz.

Gercekten caresiz miyiz? Bence hayir. Kendisine gelecek kurmak isteyen her gencin bu cagda yiginla alternatifi var. Uyanin artik! Dunyadaki iyi okullari sanilanin aksine cok ekonomik kosullarda degerlendirebilirsiniz.

Nasil mi? Gelin dunya turu yapalim.


Bir kere Avrupa'daki bircok universitede egitim bedava. Devlet Universiteleri kendisini tercih edenlerden para almiyor. Harc bile yok. Ozel okullara ise Turkiye'deki universitelere gore cok daha ucuz. Turkiye'de kar marjlari, Avrupa ve Amerika'da egitim kalitesi on planda. Aradaki fark bu!

Sinavi kazanamayanlar ya bir yil daha bekliyor ya da kendini kaliteli diploma hakkindan mahrum ediyor. Bu boyle olmak zorunda degil. Aklini kullanan dunya universitelerini arastirip kendine bambaska bir yasam kurabilir.

NORVEC

Gecen yil Norvec'e gittim. Yabanci ogrencilerin sayisi dikkat cekecek kadar coktu. Tamam Norvec zaten sosyal bir ulkeydi ama ama bu kadar yabanci ogrenciyi nasil cezbediyordu acaba? Arastirdim, sonuc tahmin ettigim gibi.

Norveç'te üniversite eğitimi ücretsiz. Okul harcı diye bir kavram yok. Yaşam maliyetleri yıllık 6 bin euro civarında. (Turkiye'de kira dahil ayda 1000 TL ile gecinebilen kac ogrenci var acaba?) Universitelerde her turlu arastirma imkani gelismis duzeyde. Kutuphane ve arastirma laboratuvari her ogrenciye sonsuz imkanlar sagliyor.Ülkede 26 devlet üniversitesi ve devlet koleji var. Ayrıca 4 ulusal üniversite ve 2 ulusal sanat akademisi bulunuyor.

Norveç'te üniversite ve kolejlerin büyük kısmı, lisans veya yüksek lisans seviyesinde hem kendi dillerinde hem de İngilizce olarak eğitim veriyor. Ingilizce destek icin de ozel programlar var. Avrupa'nin en buyuk sanayi ulkesi Almanya'da da durum farkli degil. Almanya'daki devlet üniversitelerinde yabancı öğrencilere harcayacagi para yıllık 80 Euro. Evet yanlis okumadiniz seksen Euro. Yapmaniz gereken tek sey ÖSS'de 4 yıllık bir fakülteye yerleşmeye hak kazanmak ya da üniversitede eğitim görüyor olmak. Fransa'daki devlet üniversiteleri de Türk öğrencileren sadece üniversite harcı istiyor. Bir arkadasimin oglu gecen yil Fransa'da egitim almaya basladi. Evi 350 Euro'ya tutttugunu ve okula hic para vermedigini soylersem hic sasirmayin. Bir sene siki bir calismayla akademik dersleri takip edebilecek kadar Fransizca ogrenirseniz gerisi Turkiye'de okumaktan cok daha kolay ve maliyetsiz. Dikkat edilecek tek onemli husu YÖK denkliği. Kayit yapilan okulun Turkiye'de taninmasi cok onemli. Aman dikkat!


Simdi egitim icin gidilebilecek ulkelere daha ayrintili bakalim.

FRANSA

Yukarida belirttigim gibi universite egitimi icin en ideal ulkelerden biri Fransa. Fransa'da 87 devlet üniversitesi var. Bunlardan en eskisi 1179'da kurulan dünyaca ünlü Sorbonne Üniversitesi. Fransa'da lisans eğitimi 4 yıl, yüksek lisans eğitimi 2 yıl sürüyor. Doktora eğitimi ise 3 yıl. Devlet üniversiteleri dışında Fransa'ya özgü Grandes Ecoles isimli eğitim kurumları var. Çok seçici olan bu okullarda devlet üniversitelerine paralel eğitim veriliyor.

Bunların dışında çok sayıda sanat, moda, tasarım, turizm ve mimarlık alanlarında lisans ve yüksek lisans eğitim veren okul var. Fransa'daki okullarda eğitim dili Fransızca. Ancak pek çoğunda İngilizce dilinde eğitim verilen bölümler bulunuyor. Yıllık okul ücretleri ise 5 bin 500-17 bin 500 euro arasında değişiyor. Devlet okulları ücretsiz.


ALMANYA

Almanya'da 2 farklı tipte üniversite var. İlki akademik ve araştırma ağırlıklı olanlar, ikincisi ise "Fachhochschule" olarak bilinen uygulamalı üniversiteler. Bu okulların büyük bir bölümünde eğitim dili Almanca. Simdi diyeceksiniz ki Almanca ogrenmek cok zor. Almanya'da ogrenim gormek icin Almanca bilmeniz artik sart degil. Tabi o cok elestirdigimiz AB sayesinde. Avrupa Birliği'nin 1999 yılında üniversite sisteminde uyum sağlamak amacıyla imzaladığı Bolonya Anlaşması cok onemli bir devrim yapti. Artik tüm Avrupa'da İngilizce eğitim veren üniversitelerin sayısı cig gibi artiyor.

Bukonuda en büyük atılımı Almanya yaptı. Ulkedeki cogu üniversitede İngilizce yüksek lisans ve doktora programları var. Ayrıca bazı özel üniversiteler de İngilizce eğitim vermeye başladı. BU anlaşma ile, ülkedeki eğitim sisteminde de önemli değişikler yapıldı.

Örneğin, 1999'dan önce Almanya'da lisans eğitimi ve yüksek lisans eğitimi ayrımı yapılmadan, öğrenciler 4 ya da 5 yılda yüksek lisans diplomasıyla mezun olabiliyordu. Bu tarihten sonra lisans ile yüksek lisans eğitimi ayrıldı. Lisans eğitimi 3-4 yılda tamamlanırken, yüksek lisans eğitimi 1 yıl olarak düzenlendi.

Almanya'daki üniversitelere kayıt yaptırmak isteyenlerin dil yeterliliklerini TestDaF (Yabancılar için Almanca yeterlilik sınavı) testinden geçerek kanıtlaması gerekiyor. TestDaF sınavının sonucu tüm Alman üniversiteleri tarafından kabul ediliyor. Bu sınav, Alman üniversitelerine giriş için TOEFL olarak kabul ediliyor. İlk sınavda başarılı olamayan öğrencilere eksik yönleri bildiriliyor.

Böylece öğrenci, ikinci sınava zayıf yönlerini güçlendirerek girme fırsatı buluyor. Bu sınav dinleme, okuma, konuşma ve yazma bölümlerinden oluşuyor. Sınava giriş için herhangi bir sınır yok. Düşük veya başlangıç seviyesinde Almanca bilgisine sahip bir öğrenciye, bu testten geçer not alıp bir Alman üniversitesine kabul edilebilmesi için en az 7-8 ay yoğun Almanca kursu takip etmesi öneriliyor.

Almanya'da halen 233'ü devlet, 42'si kilise destekli, 65'i de İngilizce eğitim veren özel üniversite olmak üzere toplam 330 üniversite bulunuyor. Devlet üniversiteleri ücretsiz. Özel okulların yıllık ücreti ise ortalama 15 bin euro civarında.

İSVEÇ

İsveç, Avrupa'nın refah oranı en yüksek ülkelerinden biri. Eğitime verdiği önemle dikkat çeken bir ulke Isvec. 27 universitenin tamaminda eğitim ücretsiz. Fiyatlari 6-7 bin euro civarında. Diplomalar Türkiye'de de geçerli.

Egitim ücretsiz olduğu için üniversiteler öğrenci kabulünde çok seçici davranıyor. İngilizce programlara katılacak öğrencilerin TOEFL en az 213, IELTS en az 6.5 not almaları gerekiyor. Ayrıca, yüksek lisans eğitimi yapmak isteyenlerin üniversite not ortalaması da en az 4 üzerinden 3 olmalı.

HOLLANDA

Hollanda'da eğitim masrafları diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça ekonomik. Örneğin, lisans programı ücretleri 2 bin 500 ile 3 bin euro arasında değişiyor. Yüksek lisans eğitim ücretleri ise 10 bin euro'ya kadar yükseliyor. Başarılı öğrencilere tam veya kısmi burs imkanı sağlayan Hollanda'da gençler part-time çalışma imkanına da sahip. Twente dışında hiçbir Hollanda üniversitesinin kampüsü yok. Bu nedenle öğrenciler konaklamak için yurt imkanlarından faydalanamıyor.

Konaklama, üniversitelere bağlı "stichting studentenhuisvesting" adı verilen özel organizasyonlar tarafından ayarlanıyor. Hollanda üniversiteleri, özellikle yüksek lisans düzeyinde İngilizce eğitim veriyor. Halen 900 alanda İngilizce eğitim veriliyor. Üstelik bu sayı her geçen gün artıyor.

İNGİLTERE

Egitimde favori ulke cunku en koklu universitelere sahip.
İngiltere'de birkaç özel kurum dışında üniversitelerin tamamı devlet okullarından oluşuyor. Eğitim sisteminin yıllık ders sistemi üzerine kurulu olduğu ülkede ders yerine yıl seçiliyor. İngiltere'de yükseköğrenim imkanı sağlayan 300'ü aşkın kurum bulunuyor. Her yıl yaklaşık 10 bin öğrenci dil ve üniversite eğitimi almak için İngiltere'yi tercih ediyor.

Okulların yıllık ücretleri 5 ile 20 bin sterlin arasında değişiyor. İngiltere'de öğrencilerin haftada 20 saat çalışma izni var. İngiltere'de konaklamak için de çeşitli alternatifler bulunuyor. "Homestay" adı verilen aile yanında pansiyoner olarak konaklamanın bedeli haftalık 100-200 sterlin arasında değişiyor. Özel öğrenci yurtlarının haftalığı azami 250 sterlin civarında. Üniversite yurtlarının yıllığı ise 2-4 bin sterlin.

İRLANDA

Ben Irlanda'yi cok severim. Dogasi ve yasam kalitesi harikadir. Ogrenci olarak keyifli gunler gecirmek icin birebir. Ingilizce konusulan bir ulkede yasamanin rahatligi da cabasi.

İrlanda'da üniversite eğitimi devletin elinde. İrlanda üniversitelerinden alınan lisans ya da yüksek lisans diplomalari Türkiye'de YÖK tarafından onaylı. Üniversiteler pek çok farklı alanda lisans, yüksek lisans ve doktora programları sunuyor.

İrlanda'da eğitim ücretleri yıllık 8 bin ile 10 bin euro arasında değişiyor. Yıllık yaşam maliyetleri ise ortalama 6 bin euro civarında. İrlanda, Avrupa'nın son yıllarda büyük atılım gösteren ülkelerinden biri. The Economist dergisinin yaptığı araştırmada Irlanda dünyanın en yaşanabilir ülkesi seçildi.

AVUSTURYA

Avusturya yabancı öğrencilere parasız eğitim veren üniversitelere sahip. Türkiye'de herhangi bir 4 yıllık üniversiteyi kazanan öğrenciler, Avusturya üniversitelerine geçiş yapabiliyor. Ancak pek çok bölüm Almanca eğitim verdiği için öğrencilerin yeterli düzeyde bu dili bilmeleri gerekiyor.

Aksi takdirde en az 6-12 ay arası Almanca kursuna devam etmek sart. Avusturya'da yüksek lisans yapmak içinse Türkiye'deki bir üniversitenin dördüncü sınıf öğrencisi olmak ya da mezun olmak gerekiyor.

BULGARİSTAN VE ROMANYA

Bulgaristan ve Romanya'da YÖK tarafından tanınan üniversiteler, ÖSS'de istediği yeri kazanamayan öğrenciler için ucuz eğitim fırsatı sunuyor. İki ülkede de yaşam Türkiye'den daha ucuz olduğu için öğrencilerin masrafları bir hayli düşük. Bulgaristan'da konaklama ve yaşam giderleri için aylık 150 euro yeterli. Inanilmaz ama gercek! İki ülkenin de bir diğer avantajı, Türkiye'yle kültürel ve coğrafi yakınlığı. Buralara İstanbul'dan uçakla 1 saatle gidilebildiği gibi, otobüs yolculuğu da mümkün.

Bulgaristan'daki üniversitelerin çoğu YÖK tarafından tanınıyor. Türk öğrencilerin ilgi gösterdiği en büyük üniversitelerde yıllık 4 bin euro'ya tıp, 3 bin euro'ya da teknik bilimler eğitimi alınabiliyor. Hatta daha uygun okullar da var. Örneğin, işletme ve iktisat bölümleriyle ünlü Varna Ekonomi Üniversitesi'nde yıllık eğitim ücreti 2 bin 500 euro'dan başlıyor. Romanya'daki Constanta Ovidius University'de ise yıllık okul ücreti bin 900 dolardan başlıyor.

Gelelim vize konusuna. Evet dogru Avrupa'daki tum ulkeler Turk vatandaslarindan vize istiyor. Ama o da kolay. Kimse sizin egitim hakkinizi gasp edemez. Belgeleri eksiksiz tamamladiktan sonra vize formaliteden ibaret. Kendinize guvenin. Egitim icin yurt disina cikacak ogrenciye vize vermeyen konsoloslugun alnini karislarim ben! Universite kabul edecek ve o ulke vize vermeyecek. Boyle bir ihtimal sadece cok kotu niyetle olusabilir. Onun icin cesur olun.

Iyi bir universiteyi gozune kestiren ogrencinin basvurusunu bir yil onceden yapmasi sansini artirir. Mayis basinda basvurularin tamamlanmasi gerekiyor.

TEGET GECEN KRIZ

İŞTE KRİZİN TEĞET GEÇTİĞİ TÜRKiYE'NİN GERÇEKLERİ
TÜİK TÜRKİYE'NİN FAKiRLEŞTİĞİNİ İLK KEZ BELGELEDİ!

Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK, "2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçlarını'' açıkladı. Raporda çok önemli veriler var. O kadar önemli ki, "kriz teğet geçti" cümlesiyle kafalarimizda şekillenen Türkiye'nin aslında krizin tam ortasında yaşadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Gelin rakamlara biraz yakından bakalım ve anlama geldiğini irdelemeye çalışalım.
TÜiK'in araştırmasına göre, 2009 yılında Türkiye'de fertlerin yaklaşık yüzde 0,48'i yani 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının altında yaşıyor. Yüzde 18,08'i yani 12 milyon 751 bin kişi gibi hiç de azımsanmayacak bir sayı ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 2008 yılında bu oranlar yüzde 0,54 ve yüzde 17,11 olarak gerçekleşmişti. Yani giderek yoksullaşan bir Türkiye var karşımızda.
2009 yılında 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 287 lira, aylık yoksulluk sınır ise 825 lira. Türkiye'de tam 818.000 kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor üstelik bu rakam bir önceki yıla göre %6,85 artmış. Durum vahim!
Türkiye için hayati önem taşıyan tarım sektörüne bir bakalım. Rakamlar 'tarımda sessiz sedasız devrim gerçekleştiriyoruz" diyen Tarım Bakanlığı'nin Türkiye'si ile çelişiyor. Türkiye bir tarım ülkesi. "Bereketli" Anadolu topraklarında yaşayanların teknolojik gelişime paralel olarak zenginleşmesi de son derece doğal bir beklenti olmalı. Gelin görün ki gerçekler hiç te öyle değil. Bunu ben değil yeni açıklanan rapor söylüyor.
Kırsal yerleşim yerlerinde yaşayanlar arasında 2008 yılında yüzde 34,62 olan yoksulluk oranı 2009 yılında yüzde 38,69'a yükselmiş. Yani insanlığın mutluluğu için var olan ekonomi, Anadolu topraklarında hiç de tıkır tıkır işlemiyor. Tam tersine eline çapa alanların, toprağını binbir emekle sulayanlarin hali iyilesmedigi gibi fakirlik salgın hastalık gibi yayılıyor. insanın rakamları incelerken dehşete kapılmaması mümkün değil. Düşünsenize tarımda çalışan kesim yüzde 40'a yakın oranda yoksullaşmış. Dünya ekonomilerini yerle bir eden global krizin Anadolu'ya teğet geçtiğini söylemek mümkün mu?

Rakamlar yeterince korkutucu ama raporun insanın tüylerini ürperten bir sonucu daha var ki, tehlikenin herbirimizin yani başında olduğu gerçeğini hatırlatıveriyor.
Yoksullaşan sadece işsizler, tarım emekçileri ya da eğitimsizler değil. Diplomalı, nitelikli bir iş sahibi çalışanların da 2009 yılında hayat standardı düşmüş. Onlar da fakirlesmisler. Yani elinde diplomasi, evini geçindirdigi iyi bir iş olan da yoksullaşıyor artık. Elinde zaten bir işi olup daha iyi bir alternatif arayanların umudu yok çünkü istihdam seçenekleri fazla değil. En güvenilir sektör bankacılıkta bile çarklar tersine döndü.
 
 Bir işi ve düzenli bir geliri olan çok sayıda insan yaşam starndardini yükseltmek için zam isteğini aklına bile getirmek istemiyor çünkü gidecek yeri yok. Kimse kafasını dışarı çıkarıp yeni bir iş aramaya cesaret bile demeyecek durumda. Herkes elindekini korumaya çalışıyor. Bunu gören işveren de ücret artışına yanaşmıyor.
 
Bu çarpık yapı zengini daha zengin yaparken dar bir azınlığın dışında kalan herkesi daha da yoksullastiriyor. Ortaya çıkan tablonun en korkutucu yani da bu! Yoksullaşma oranındaki bu sıçrama 2003 yılından beri ilk kez yaşanıyor. İşi olan, üretime katılan, ekonominin çarklarını en yüksek düzeyde döndürenin fakirleşmesi öyle azımsanacak bir olay değil çünkü bu sonuç, Türkiye'de birşeylerin değiştiğini anlatıyor bize. Dengelerin bozulduğunu, iyimser tablo çizenlerin yanıldığını gösteriyor. Bu araştırma 8 yıldan bu yana ilk kez Türk halkının yoksullaştığını belgeliyor!
Oysa o müthiş krizin ardından Türkiye topralanmaya başlamıştı, ekonomik göstergeler umulanın çok üzerinde bir hızla 2006 yılına kadar iyileşme göstermişti. Bugüne kadar hızı yavaşlasa da iyileşme sürdü. Ama şimdi çok farklı bir durum var. Yoksul aile sayısındaki artışın yüzde 11 oranında artması krizin 'teğet geçtiği' bir ülkede nasıl açıklanabilir? Dahası 3 yıllık iyileşme döneminde elde edilen kazanımların bir yılda yok olup gitmesi kırmızı alarm değil de nedir?

Beş ay sonra seçimler var. Aksi iddia edilse de Türkiye'de işler iyi gitmiyor. Halkın öncelikli beklentisi iş. Türkiye zenginleşirken halk bu zenginlesmeden pay alamıyor. Muhalefet bu gerçeği halka iyi anlatırsa seçimlerde bambaşka bir tablo ortaya çıkabilir. TÜİK'in raporunu iyi kavrayıp gerçekleri seçmene anlatan bu seçimden zaferle çıkar!
 
Önemli olan değişimin dinamiklerini yakalayabilmek!
 
Sandığın gücünü kimse küçümsemesin! Tablo ortada...

7 Ocak 2011 Cuma

TENİSİN EKONOMİYLE İMTİHANI

Avustralya açık haftaya başlıyor! Dünya ekran başına kilitlenecek. Tıpkı geçen yıl olduğu gibi.
Avustralya açık tenis turnuvası 2010 yılında müthiş bir başarıyı alkışladı. Tenisin efsanevi ismi Roger Federer üstün performansıyla 16. Grand slam zaferini ilan ettiğinde tüm dünya başarılı sporcunun bu zaferi sonuna kadar hakettiğini konuşuyordu. Avustralya Açık tenis turnuvası hiç şüphesiz Federer'in kariyerine büyük katkı yaptı ama turnuvanın en büyük galibi kim derseniz bana göre Avustralya! Aslında her yıl turnuvanın değişmez tek galibi Avustralya!Nasıl mi?Bu sorunun yanıtını vermeden önce turnuvanın tarihine kısaca bakmakta fayda var. Avustralya Açık 1905 yılından bu yana dünyanın dibindeki kıta ülke Avustralya'da yapılıyor. Dönem dönem farklı şehirlerde düzenlenen bu dev spor şöleni 1972'den beri ülkenin ikinci büyük kenti Melbourne'de. Bu kent Victoria eyaletinin can damarı. Kültürel ve ekonomik değeriyle her yıl daha fazla ilgi gören turnuvanın ülkeye katkısı göz kamaştırıcı düzeyde. Geçen yıl 658.000 biletli seyirci maçları izleyerek ülke ekonomisinde hatırı sayılır bir ivme yarattı. Dört haftalık turnuvanın geçen yıl sağladığı gelir 180 milyon doların üzerinde gerçekleşti. Bir spor müsabakası için müthiş bir para! Üstelik bu gelir her yıl katlanarak büyüyor. Dev bütçeli sponsorluklar, reklam gelirleri ve ülkenin tanıtımı gibi ayrıcalıklar da cabası.
Pasta büyüdükçe pay kapmak isteyenler de iştahını gizlemeye gerek duymadı. Türkiye'de pek farketmedik ama dünya kıran kırana geçen bir yarışı nefesini tutarak izliyordu.Asya kıtasındakı birçok ülke turnuva kontratının sona erdiğini ileri sürüp organizasyonu Melbourne'un elinden almak için kolları sıvadı. Dünya ekonomisini dev cüssesiyle alt üst eden Çin Tenisin ülkesinde giderek daha da populerlesmesinden güç alıp sesini iyice yükseltti. Çin açıkça turnuvayı Şanghay'a taşımak istiyordu. Ortadoğu'da ise imaj için milyarlarca dolar parayı gözünü kırpmadan harcayan Dubai de müthiş yarışa girince kızılca kıyamet koptu. Avustralya turnuvayı elinden kaçıracağını anladı ama ekonomik kriz elini kolunu bağlıyordu, çaresizdi. Tam bu arada turnuvanın kritik önemdeki ulaşım sponsoru ve milli havayolu Qantas dünyadaki mali kriz gerekçesiyle desteğini çekince tehlike büsbütün arttı. Yetmedi ana sponsorlardan Mastercard sponsorluk anlaşmasını bozdu. Avustralya bir anda karıştı. Halk öfke içindeydi.
Neyse ki toplumdan gelen baskıyla tehlikeyi farkeden Victoria hükümeti 363 Milyon dolarlık Mali yardımı devreye soktu da 2036 yılına kadar oyunların Melbourne'de kalmasını garantiledi.Çünkü 20 milyonluk Avustralya turnuvayı önemsiyor. Halk istihdamı büyüten turnuvasına sahip çıkıyor. Düşünsenize ülke içinden her yıl yüzbinlerce kişi sadece maçları izlemek için Melbourn'e akın ediyor. Araştırmalara göre turnuva olmasa bu insanların hiçbiri kente gelmeyi aklından bile geçirmeyecek. Ülke dışından gelenler de tenis maçları olmasa dünyanın öteki ucundaki bu ülkeye hiç gelmeyecek. Son araştırma yabancı turistelerin % 58'inin sadece turnuva için onca yolu göze aldığını ortaya koydu. Bu sayede oteller doluyor, kalabalıktan lokantalarda yer bulunamıyor. Yani ekonomi turnuva zamanında bolluk ve bereketin tadını çıkarıyor. Her yıl 5000 kişi de bu sayede iş bulup çalışabiliyor.
Şimdi gelin aynayı kendimize çevirelim!
Turnuva Türkiye'de yapılsa ve günün birinde bu altın yumurtlayan tavuğu başkalarına kaptırma riski doğsa ne olurdu sizce?
Hadi lâfı uzatmadan cevabı vereyim. Elimizden uçar giderdi. Çünkü sahip çıkmazdık. Yarattığı dev ekonomiyi göremezdik, ya da görsek de iş işten geçmiş olurdu.
Örnekler ortada. Gelin hatırlayalım.
Son yıllarda Türkiye'de birçok uluslararası müsabaka düzenlendi. İstanbul'daki Avrupa Erkekler Voleybol Şampiyonası ya da Antalya'da düzenlenen Dünya Eskrim Şampiyonası'nda salonlar bomboştu. Seyirci hiç ilgi göstermeyince konu Avrupa basınında bile yer aldı. Aynı durum Formula 1 yarışları için de geçerli. Seyircisiz tribünler malesef Türkiye'deki organizasyonların ortak kaderi.Avustralya tek organizasyonla her yıl ekonomisini büyütmeyi başarıyor. Türkiye ise daha tribünlerini bile dolduramadığı için bırakın para kazanmayı cepten yemeyi sürdürüyor.Elim yazmaya varmıyor ama çarem yok, soruyu sormam lazım.
Türkiye bu haliyle olimpiyat düzenleyebilir mi? Tribünler öylece boş duruyor. Biri gelip ilgilenene kadar!

9 Kasım 2010 Salı

KIZILDERILI SEATTLE

1993 senesiydi. Masmavi gökyüzünün altında boğaz suları İstanbul güneşinin serpistirdigi ışıltılarla oynaşıyordu. Bu muazzam görüntüye son kez baktım. Ruhumu kaplayan hüzün , kalbimdeki heyecana galip geliyordu. Dün gibi hatırlıyorum. Yeni dünyaya ilk kez ucacaktim. Benim için zor bir karardı. Geride sevgili bir aileyi, sımsıkı sarıldığım dostlarımı birakiyordum. Kolay değildi. Saatler süren yolculuğun bitimine yakın uçağın penceresinden New York semalarını izlerken İstanbul'u beş yıllığına terkettigim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Benimkisi bir maceraydı ama o macera bir yaşama dönüştü. Orada tam beş yıl kaldım. Amerika cezbeder insanı, baştan çıkarır.
Aradan 17 yıl geçti. Aradaki onca zamana rağmen Amerika'ya yaptığım yolculukların heyecanı hiç değişmedi. Her gittiğimde yeni bir şey keşfettim, yeni serüvenler yaşadım. Her yolculuk bir şölene dönüştü.
Seattle'a gideceğimi öğrendiğimde içimi yine o aşina heyecan rüzgârı kapladı. Hemen valizimi hazırladım. Seattle valizini hazırlamak da öyle kolay değil aslında. Bir kere bu kentin havası öyle New York ya da Los Angeles gibi istikrarlı değil. Yıllar önce bir arkadaşımdan ne zaman yağmur yağacağını , ne zaman güneş açacağını kimsenin kestiremedigini duymuştum. İnternette yaptığım kısa bir araştırma bu kentte havanın ne kadar güvenilmez olduğunu doğruladı. Dikkatle hazırladığım dört mevsimlik bavulumu alıp kapıya kilidi vurdum. Havalanında pasaport kontrolünden geçer geçmez aklımdaki tek şey bir an önce uçağa binip koltuğuma yerlesmekti. Beni 17 saatlik zorlu bir yolculuk bekliyordu ve ne kadar dinlenirsem kentin altını üstüne o kadar fazla getirebilirdim.
THY'nin her zamanki nefis yemekleriyle iyice keyife dönüşen yolculuk kah film seyrederek, kah uyuklayarak sandığımdan daha zahmetsiz biçimde sona erdi. Seattle semalarına geldiğimizde aşağı bakarken gördüğüm o yemyeşil manzara bana doğanın kucağına geldiğimi haber veriyordu...

Gerçekten de doğa kucaginin içindeyim çünkü Seattle Cascade dağları ile Pasifik okyanusunun arasında konumlaniyor. Bu özel konumu sürekli yağmur almasını sağladığı için de burası Amerika'nin en yeşil kentlerinden biri. Ekim ayı olmasına rağmen ılıman bir hava var. Havalanından otele gelene kadar gözlerim neredeyse yeşilden başka hiçbirşey görmüyor. Sonbaharın gelişiyle kızıla boyanan kimi ağaçların yarattığı görüntü de nefes kesici. Evler, tepelerin üzerinde, ağaçların arasına saklanmış. Yolda ilerlerken hiç beklenmedik anlarda, virajların ucunda karşıma denizin çıkması ise tıpkı İstanbul gibi Seattle'in da suyla içiçe bir yaşamı olduğunu gösteriyor bana. Bu kenti daha ilk görüşte seviyorum. Sempatik, sıcakkanlı, güleryüzlü bir yer burası. Unvanı "zümrüt'. Sonuna kadar hakediyor. Hele o arkadaki karlarla kaplı dağların içine sokulan körfez Seattle'in başına konan bir taç adeta. Sanki yunan mitolojisinin o ünlü yarışmalarına ev sahipliği yapan Ege kentlerinden birindeyim. Burası Amerika'da ama Amerika'nin çok dışında bir yer. Havada büyülü birşeyler var!
Hikayesi de ilginç. Seattle aslında daha önce burada yaşayan ama zorla göç ettirilen kızılderili kabilesi şefinin ismi. Toprağın asıl sahibini buralardan kovanların şefin ismini verip yerli halkı onurlandirmalari ancak Amerikalılara özgü bir davranış biçimi tabi. Seattle Kanada'dan önce son Amerikan kenti olduğu için çok çabuk gelişmiş. Altına hücum zamanında Kanada'ya gidenlerin uğrak noktası burası. Jack London'un romanlarindaki servet avcıları Seattle sokaklarını arsinlarken aklıma düşüveriyor. Nasıl düşmesin, kimbilir belki de Klondike'e zorla götürülen muhteşem köpek Buck'ta buralarda konaklamistir...Bence kentleri asıl güzel kılan şey geçmişle kurduğu bağları. Çünkü o güçlü bağlar hayallere sürükler insanı. Gerçekle masal iç içe girer. O zaman herşey daha güzel görünür.Bir şehir hayal kurdurtabiliyorsa aramızda özel bir bağ kendilinden oluşuyor. Başka hicbirseye gerek kalmadan oluşuyor üstelik. Şiirsel güzelliğiyle beni hemen tavlayan Seattle tam bir kadın. Zeki, kıvrak ve narin. Öyle olmasa o ünlü müzik grupları Nirvana, Pearl Jam ya da Alice in Chains gibi grunge müziğin dehaları bu topraklardan çıkabilir miydi? Jimi Hendrix'in aykırı ama bir o kadar da tutkulu yaşamı filiz verebilir miydi?

Seattle yürüyerek keşfedilmesi keyifli bir kent. Otobüs ve metro sayesinde günün her saati her yere ulaşılıyor. Yine de burayı New York gibi algilamamakta fayda var. Bir kere taksi kolay bulunmuyor. Hele şehir merkezinin biraz dışına çıkanın dönüş için taksi bulma şansı yok. Yapılacak tek şey telefonla bir araba şirketinden yardım istemek. Kentin işlek caddelerinde tempolu bir yaşam var. Gençlere ya da ruhunu her daim genç tutmayı başaran mutlu insanlara dönük hayatın merkezi Univercity Place yani üniversite bölgesi. Buradaki dev Barnes & Noble mağazasında vakit geçirip, hemen yanındaki hamburgerciden sadece Amerika'da olabilecek dev boyutlu hamburgeri midye indirmeyenler Seattle'in keyfini tam manasıyla çıkaramaz bana kalırsa. Hele benim gibi sonbaharda gidenler, yeşilden kızıla dönmüş güz yapraklarının üzerinde yürüyüş yapmalı mutlaka. Ben hayatımda sonbaharın bu kadar yakıştığı bir başka şehir daha görmedim. Ağaç dallarının birbirine kavuştuğu geniş caddelerde dudağına ıslık yapıştırıp, yaprak hisirtilari içinde gezinmenin tadı çok başka. Seattle'in iki farklı simgesi var. Bir tanesi uzaktan bakıldığında şehrin siluetine damgasını vuran Space Needle. Burası bir televizyon kulesi. 60'li yıllarda yapılmış ama futuristik mimarisiyle kente müthiş bir hava katıyor. Hemen yanındaki Pasifik Bilim Merkezi ve Rock'n Roll müzesi bir yarım günü keyifle gecirebileceginiz yerler. Başka bir Seattle simgesi de Smith Tower. En üst katında harika bir restoran var. Ben de bir akşamı burada geçirdim. Manzara nefes kesici. Yemekleri de hiç fena değildi. Hemen korkmayın öyle. Fiyatları o kadar da pahalı değil. İyi kalite bir şarap diye bir ısrarı olmayanlar makul fiyata harika bir akşam yemeği yiyebilir burada. Waterfront bu kentin kalabalık bölgelerinden biri. Suyla içli dişli olan her Batı kentinin illa bir Waterfrontu vardır zaten. Burası buluşma ve randevu noktası olarak da çok ise yarıyor. Zaten Seattle o kadar küçük bir yer ki neredeyse herkes şehri keşfederken birbirine mutlaka rastlıyor. Waterfront bu bakımdan en iyi randevu noktası. Yağlıboya tablolardan baharatlara kadar her türlü ilginç ürünün satıldığı Waterfont da özellikle 70 no.lu iskele çok eğlenceli. Seattle benim için doğasıyla güzel ama kent merkezindeki Public Market Center şehir merkezindeki favori mekânım oldu. Bir kere eskiye dair birşeyler var burada. Sanki aradan ikiyüz yıl hiç geçmemiş de zaman bir süreliğine yavaşlamış gibi hissediyor insan. Vitrinler eski ama çekici, mağazalar küflü ama tertemiz. Antikacilar ve sahaflar buraya çok yakışmış. Zaten Seattle son derece açık görüşlü bir kent. Eğitim seviyesi çok yüksek ve her seçimde Demokratlar'in bol oy topladığı yerlerden biri. Bu kadar çok kitapciyi başka türlü izah edemiyorum. Herkes kitap okuyor. Parklar, cafeler kitap okuyanlarla dolu. Kitaplardan söz etmişken ikinci el kitap satan mağazalardaki geçen zamandan bahsetmeden geçemem. Gicirdayan ahşap kaplamalarin üzerinde yürüyerek elli yıl öncesine ait bir kitabı incelemenin keyfi başka ne ile karşılaştırılır ki? Düşünsenize dışarıdan hafifçe içeri süzülen saksafonun notaları elimdeki küflü kitaba dokunuyor. Mış gibi kahve kokusu beni dışarı suruklese de hemen yan sokakta bir kitapçı daha var nasıl olsa. Böylece saatler geçiyor ve birden aciktiginizi farkediyorsunuz. Yemek için de en ideal yer yine Public Market Center ya da diğer adıyla Pike Center. Yemek olarak size önerim Alaska Somonu. Soğuk deniz balıklarının lezzetini ancak yiyen bilir. Dünyayı kasıp kavuran Starbucks çılgınlığı da yine bu entellektüel kentten doğmuş ya gidip bir ziyaret etmek lazım. Yemekten sonra ahşap tavanlı Starbucks'ta bir kahve yudumlamak iyi geliyor insana. Neden bilmiyorum ama Amerika'da kahveler hiçbir yerde olmadığı kadar lezzetli! içerde masa yok ama Seattle'a adım atan herkes bu kahvecinin sırrının ne olduğunu yerinde keşfetmek istiyor işte! Kahveyi alın ve hemen karşıdaki parka gidin. Ben öyle yaptım. Elimde kahve Eliott Körfezi'nin gizemli büyüsünü düşünürken yine altına hücum edenlerin katettigi soğuk Pasifik kıyılarını seyrettim. inanın bana, çok iyi geliyor. Her derde deva!

Seattle'in eski bölümü Pioneer Square. İlk yerleşim döneminin mimarisi bana ilginç geldi. Mimariye meraklı olmayanlar için çok da özel bir yer değil. Müze meraklıları için müze alternatifi bol. Burası Paris olmadığına göre müze seçenekleri de elbette farklı. Bu kenti zenginleştiren en önemli yatırım Boeing olunca müzesi de birçoklarının ilgisini çekiyor. Boeing'in uçak üretim fabrikasını merak edenler için özel turlar var. Ben bu fabrikaları gezerken Seattle'da neden bu kadar çok mutlu insan olduğunu da anladım. Çünkü Boeing burada neredeyse her eve ustihdam sağlıyor. Para kazananlar şehirdeki doğal güzelliğin de etkisiyle yüzünde tebessümle yaşıyor. Microsoft'un yönetim merkezi de burada. Redmond bölgesine gidenleri ilginç bir gezinti bekliyor. Suda yüzen köprülerin, deniz üzerinde asansör sistemi ile çalışan geçitlerin teknolojisini merak edenler için de yine özel turlar var. Müziğin yeri ise Seattle da çok başka!
Sanata ve özellikle müziğe meraklı olanların kendini cennette hissedeceği yerin adı EMP-Experience Music Project. Space Needle'in hemen yanındaki bu müze sadece ilginç mimarı için bile ziyaret edilmeli. Microsoft'un ortak kurucalrindan Paul Allen farklı kişiliğini burada da göstermiş ve Jimi Hendrix'in adı yaşasın diye bu muhteşem mekânı yaptırmış. Muhteşem diyorum çünkü burası müzik tutkunlati için müzeden de öte bir yer. Sanki bir tür müzik tiyatrosu ay da ortak ayın mekânı. Müziğin insanı derinden etkileyen o mistik gücü yaşasın diye iaratilmis sanki burası. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı binada bu amaca müthiş bir uyum gösteriyor. Tabi hiçbirşey tesadüf değil.
Benim gibi doğa tutkunu olanlar Seattle'da sıkılmaya vakit bulamaz. Kentin biraz dışında heybetli Doğ Mountain organik ciftlikleriyle ünlü. Bu çiftliklerden birinde tam gün geçirenlerin unutamayacakları bir tecrübe edinecegini garanti edebilirim. Herşeyden önce o muhteşem doğanın içinde atlarla gezinti yapmak insanın ruhunu hapsolduğu karanlıklardan çıkarıp başka diyarlara götürüyor. Hava o kadar temiz ve duru ki, sanki gökyüzünün mavisi ressamın fırçasından daha yeni çıkmış gibi. Masaların üzerinde kurulan yiyecekler, ineklerden taze sağılan sütler, dallarından yeni koparılmış meyvelerin hepsi orada. Bana bu kadarı da yetmez diyenlere enfes bir şarap ziyafeti de var! Yakınlarda da masmavi göllerin süslediği parklar var. Olimpik Dağı'nin eteklerinde yürüyüş parkurları ilginizi çekerse ulaşımı hem kolay hem de ucuz.

Alki Beach'in öyküsü ise benim için en dramatik olanı. Burada mutlaka bir kaç saat geçirmeli insan. 'Yamalı Bohça' yani altına hücumu başlatan fakirlerin ilk yerleştiği kızılderili bölgesi burası. Yani beyaz adamın kara gölgesinin ilk görüldüğü yer. Sonrası malum. Birkaç yüz dolar karşılığında satılmak zorunda bırakılan kıymetli topraklar. Bu kumsaldan beyaz tenlileri görünce ne düşündüler bilmiyorum ama sonlarının bu kadar dramatik olacağını akıl etmediklerine eminim. Alki Beach'te gezerken bu hazin öyküyü düşünmeden edemiyor insan.
Doğası, insanı, geniş kaldırımları, her köşeden yükselen müziği ve melankolik yağmuruyla çok farklı bir yer Seattle. Yükseklerde bir yere çıkıp kenti seyrediyorum. Pasifige açılan muhesem körfezi çevreleyen yeşil tepeler akşam güneşini selamlıyor. Soğuk buzullara akan okyanus sularının sokulduğu koyların kumsallarinda top oynayan çocukların neşeli çığlıkları kulaklarımda . Aklıma yine eski dost Jack London ve şaheseri 'Call of the Wild' düşüyor. Hani "Yabanın Çağrısı" romanında o evcillestirilmis köpek Buck vardır. Romanın ana karakteri de odur zaten. Buck altına hücum döneminde yaşadığı kentin konforlu ortamından kaçırılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Yok edilen Kizilderilerin toprakları Seattle. Acılar çeken ruhların ülkesi. Buck Klondike'e altına gidenlere hizmet etti. Kötüyü gördü ama sonra o kârlı tepelerde ruhunu buldu. Özüne döndü! Kızılderili şefi Seattle'in beyaz adam yazdığı mektubundaki sözleri kulaklarımda yankılanıyor kentin tepelerinde : "Gökyüzü nasıl satılır? Ya da satın alınır? Ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine suyun şakırtısına sahip olmazsa onu nasıl satabilir? Siz onu bizden nasıl satın alabilirsiniz? "
Beyaz adam zorla da olsa aldı o toprakları. Ama tıpkı Jack London'un unutulmaz karakteri Buck gibi Kızılderililerin ruhu hala yaşıyor buralarda. Benim ruhumsa bu tepeleri seyretmenin coşkusuyla yüreğimde kelebekleri uçuruyor... Kızılderili şef Seattle'a selam olsun!


8 Kasım 2010 Pazartesi

FARKLI OLANIN IZINDE




Gezmek lazım Dünyanın bir çok ülkesine seyahat ettim. Benim için seyahat çocukluk fantazilerimin duslerle buluştuğu, istediğim zaman gözlerimi kapatıp dokunarak hissettiğim, istediğimde tüm benligimi zorlayarak hayretten iyice büyümüş gözlerime baktığım her yeni şeyi ikram ettiğim bir ziyafet oldu. Ne zaman bavul toplayıp bir yerlere gitsem içimde tuhaf bir tedirginlik doğar. insanın içini maceraya' bilinmeyene açması zordur. 'Hadi kalk git' diyen rüzgârlar ne kadar sert eserse essin emniyeti tercih eder bir yanımız. Uzaklık duygusu içimize düşünce sıcak evin konforu galip gelir çoğu zaman. Tedirginliğin sert girdabı tuzaklarını kurar işte böyle zamanlarda. Gidip görmek yerine çoğu zaman kalıp okumayı tercih ederiz. Ben 'orada olma' güdüsüyle yaşadım hep. Hiç durmadım, bulutların üzerinde kendimi daha da ozgurlestirdim. Seyahat iyi gelir insana. Baskalastirir. Tıpkı edebiyat gibi seyahatler de insanı daha iyi birer kalp taşımaya zorlar. Farketmeyiz. içimizdeki ses özgürleşmek için bağırıp dursa da onu hep dizginleriz. Uzaklasmayiz.
Amerikalı muhteşem yazar Jack London'un " Call of the Wild / Yabanın Çağrısı" romanında evcillestirilmis köpek Buck baskarakterdir. Roman onun üzerine kuruludur. Buck yaşadığı kentin konforlu ortamından ayrılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Herşey hayalle başlıyor. İlk yolculuğa çıktığımda cebimde sadece beşyüz Dolar vardı. Okyanus ötesine gidiyordum. Tedirgindim. O seyahat hayatımı değiştirdi. Dünyayı başka pencerelerden seyretmeyi öğrendim. Hadi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bir ay dilediğiniz yerde tatil yapma hakkınız var. Tüm yılın yorgunluğunu atacağınız tam bir aylık tatil! Sıradan ülkeleri, artık gitmekten sıkıldığınız kentleri boşverin. Robert Frost 'daha az kullanılan yolu seçin' derken haklı bana kalırsa. Farklı olanı yapmak her zaman kolay olmasa da maceralara açtığı kapılarla bambaşka dünyaları kesfettiriyor. Bugün unutulmaz şair Frost'un izinden yürümek geldi içimden.
1. MıSıR'DA TARİHE YOLCULUK
Mısır dünyanın en gizemli yolculukları için ideal. içinizde biraz olsun ındiana Jones'un ruhu yaşıyorsa sakin onu öldürmeyin. Tapınakları inşa edenlerin hayal gücü hala yaşıyor bu topraklarda. Mısır'a adım attığım andan itibaren ruhum büyülü toprakların havasıyla hemen bütünleşiyor. Unutulmaz bir seyahatin ilk adımı başkent Kahire'deki Mena House Oberoi oteli. Montgomery Süite bu otelin en muhteşem odası. Piramitlerin olduğu Giza Platosu'nun hemen yanındaki bu otel bir asır boyunca gezginlerin macera hevesine ev sahipliği yapmış. Manzara büyüleyici. Piramitlerin gölgesindeki bu otelde zaman kavramı bir anda yok oluyor. Kahire'deki Mısır Müzesini gezmeden önce sabahın erken saatlerini fotoğraf çekmeye ayırmak akıllıca. Nedeni basit. Sfenksler en iyi gün doğarken fotograflaniyor. Ben Kahire'yi bir günde bitirdim ama isterseniz uzatabilirsiniz. Nil kıyısında tekne gezintisi insanın tulerini diken diken ediyor benden hatırlatması. Mısır'in en etkileyici yerlerinden biri Siwa Oasis. Burada ekolojik bir otel var. Adrere Amellal, Mısır Çölü'ndeki Berberilerin yaşam sürdüğü alanın tam ortasında. Bölgeyi güzelleştiren küçük göllerin ve su kaynaklarının yarattığı görüntü unutulmaz. Mısır Kraliçesi Kleopatra'nin banyo yaptığı bu kaynakların çevresinde kerpiç evler var. Sekiz katlı bu evlerin çoğu zaman içinde büyük hasar görmüş olsa da başka gizemli hikayeleri fısıldıyor kulaklara. Siwa'dan sonra Aswan'a geçip Sonesta Star Goddess teknesine binerseniz bu ülkenin kalbine yolculuğunuz da başlamıştır artık. 3 gecelik gezinin en heyecan verici durağı Krallar Vadisi. Luxor'da Hotel Al Moudira ve Şarm el Şeyh'te Four Season Resort otelde kalanların pişman olacağını hiç sanmam. Kızıldeniz'in kumsalı o kadar beyaz ki insan sonsuza kadar burada kalmak istiyor. Bana göre Mısır gezisini unutulmaz kılan mekan Kraliçe Nefertiti'nin Kraliceler Vadisi'ndeki mezarı. Burası dar merdivenleri olan çok küçük bir alan. ışıklar aşağı inince yanıyor ve konuşmak kesinlikle yasak ve ziyaretçiler sadece 20 dakika kalabiliyor. Emin olun hayatınızdaki en heyecan verici anlardan birini yaşayacaksınız!
2. YENİ ZELANDA'DA UÇUŞ KEYFİ
Evet biliyorum çok uzak ama artık hayayolu şirketleri o kadar konforlu seyahat imkanı sunuyor ki bir ülkenin uzak olması eskisi kadar yorucu değil. Yeni Zelanda'ya özellikle Dubai aktarmalı seyahatler işi kolaylaştırıyor. Dünyanın en dibindeki Yeni Zelanda'ya en yakın ülke Avustralya. Hal böyle olunca müthiş bir izolasyon duygusu yaşanıyor. Dünyanın en güzel ülkelerinden biri.Vahşi doğanın el değmemiş güzelliği büyüleyici. Yeni Zelanda benim için en heyecan verici destinasyonlardan biri çünkü insan doğanın tartışmasız üstünlüğü var burada. İnsan gözünü rahatsız edecek hiçbirşey yok! Aucland'a indiğinizde biraz yorgunluk hissedeceksiniz tabi ama size güzel bir haberim var. Adalar Köyü'ndaki Cavalli ısland oteldeki villalarda muhteşem bir tatil sizi bekliyor. Otelin özel yatıyla koylarda yaptığımız gezi adetagorsel bir şölen oldu. Koyların güzelliği karşısında insan söyleyecek söz bulamıyor. Yeni Zelanda'da yollar dar ve kavisli. Araba ile keşif tavsiye edilmiyor. ilginç ama gideceğiniz yere helikopterle ulaşmak en doğru seçim. Hem ucuz hem de helikopterle bu muhteşem ülkeyi havadan seyretme ayrıcalığını kazaniyorsunuz. Her yoculuk ayrı bir görsel şölen, adrenalin de çabası! Yeni Zelanda aslında iki adadan oluşan bir ülke. Kuzey ve Güney adası. Maori savaşçıları ile tanışmak öyle kolay değil. Maori köyüne her gelen ziyaretçinin cesaretini ispatlaması gerekiyor. işsiz çalılıklar arasında tam bir köşe kapmaca oynanıyor. Maori savaşçılarının attığı mizraklardan kurtulabilirseniz koyun şefi ile tanışma onuruna erisebilirsiniz. Size benden tüyo: kurulan pusulara basmamak için gözünüzü yerden ayırmadan saklanmaya çalışın! Christchurch'ten Queenstown kentine giderken yine uçmak gerekiyor. Silverpine oteli inanılmaz bir yer. Hemen yanındaki şarap vadisinde gerçek bir şarap ziyafetine hazırlıklı olun. Gibbston Valley şarapları artık tüm dunayada tanınıyor. Uçsuz bucaksız şarap vadilerinde kaybolmanın keyfi hicbirseyde yok!
3. AFRİKA'DA SOYU TUKENENLERİN İZİNDE SAFARİ
Gözlerinizi bir an kapatın. Yer Virunga Dağları'nin etekleri... Uçsuz bucaksız tarlalar, sessizce otlayan vahşi hayvanlar. Gözünüzü bir an çevirin, sağda biraz ileride sık bambu ağaçlarının tüm doğayı gizlediği yağmur ormanları var. Bu ormanlar Afrika duzluklerinin sırlarını örten, gizemli dünyaları sağlam bir kale gibi koruyan doğa harikası. Ormanların içinde bugün sayıları sadece 700 olan dağ gorilleri var. Sayısız köprülerden geçerek ulaştığım bu ormanın içindeki öldürücü sessizliği dinlemek için böyle bir yolculuğa çıkmaya değer! Dev lav katmanları ve volkanik kayaları aşmak da yetmiyor. Çağlayanların üzerindeki incecik köprüleri asmaniz gerek! En küçük bir ses insanın yüreğini ağzına getirmeye yetiyor. Tedirginliğin iyice bilediği heyecan duygusu unutulacak gibi değil. Burası Ruanda. Afrika'da hayvanlar avlanıyor. Özellikle filler tehlikede. Bu bölgelere yapılan ziyaretler bu zavallı hayvanların tek yaşam şansı çünkü bu sayede geler elde edileceğinden yasak avlanmanın önüne geçilebilecek. Kenya'da Ol Donyo Wuas kampı böyle bir amaca hizmet veriyor. Great Plains oteli'nde kalan ziyaretçiler Masai yerlileriyle doğal yaşamı kesfedebiliyor. Atlarla ya da ciple bölgeyi gezerken muazzam tabiatın içinde ruhlarımız temizleniyor. Yine Tanzanya'nin güneyindeki Selous çok özel bir yer. Burada çadırlarda kaldık ama bu çadırların içi son derece lüks ve konforlu. Özellikle geceleri vahşi hayvanların sesini duyarakuyumaya çalışmak çok farklı bir deneyim. Botswana'nin kuzeyindeki 130 bin hektar alana yayılan Selinda bölgesinde 3 ayrı kamp var. En iyisi gölün kenarındaki Zarafa Kampı. Burada yaklaşık dokuz bin fil yaşıyor. Sabah saat beste kalkıp bu filleri seyretmek diyumsuz bir tat yaşatıyor. Bugün bile Teşvikiye'deki evimde her gece yatarken uçsuz bucaksız savanlarda yaşam mücadelesi veren yaban hayvanlarını siluetini düşünmeden uyuyamıyorum...Manzara o kadar çarpıcı!
4. GÜNEY AMERİKA'DA DANS
Güney Amerika insanlarının hayata olumlu bakış açısının her yerde hissedildiği bir kıta. Evet yoksulluk var, evet sorun yumağının içinde bir türlü istikrarı bulamayan ülkelerin mücadelesi can yakıyor. Ne olursa olsun herşeye rağmen burada hayat çok canlı akıyor. Güney Amerika'ya adım attığınız andan itibaren müziğin ritmine kapılmamak imkansız! Brezilya kıtanın can damarı. Kalabalık şehirleri, harika yemekleri ve neşeli insanlarıyla benim vazgecemedigim seyahat destinasyonlarından biri. Sao Paolo ülkenin en büyük kenti ama bana kalırsa burada fazla vakit kaybetmeyin. Unutulmaz tatilin adresi Rio. Tepelerin üzerine kurulan bu kentte gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutamayacağım. Tek kelimeyle enfes! Sonsuzluk duygusunu başka nerede yaşadım bilmiyorum. Copacabana, İpenama, Leblon ve Barra da Tijuca kumsalları güneşi doyasıya hissedeceginiz yerler. Şubat ve Mart ayları karnaval mevsimi ama ben karnaval zamanında Rio tatilinin akıl kârı olmadığını düşünüyorum. Fiyatlar pahalı, otellerde yer yok. Tam bir karmaşa var yılın bu döneminde ama herşeye razıysanız eğlencenin sınırı yok. Sambanin büyülü cazibesi hicbirseyle karşılaştırılamaz. Urca Rio'nun sevimli bir kasabası. Dört katlı evleriyle keyifli tatil için çok uygun bir mekan. Teleferikle ulaşılan Sugarloaf dağları alternatif tatiller için çok ideal. Temiz havası ve olağanüstü şirin otelleriyle ünlü. Dünyanın en geniş tropikal ormanı Tijuca yağmur ormanları gördükten sonra buraya tekrar gelmek isteyeceginize eminim.
Güney Amerika'nin en ilginç ülkelerinden biri de Şili. Başkent Santiago harika bir kent ama benim için Valparaiso bu ülkenin en etkileyici kenti. 3 saatlik bir araba yolculuğu sonunda ulaştığımız Valparaiso, UNESCO'nun koruma altına aldığı bir masal diyarı. Şili Ulusal Kongresi'nin burada olması nedeni ile çoğu gezgin burayı başkent sanıyor ama öyle değil. Gerçi bana göre Valpariso tam bir kültür başkenti. Kendine özgü mimarisi, arnavut kaldırımlı sokakları, tepe üzerine kurulu şirin mahalleleri ile bu kent benim için zamanda yolculuğun giriş kapısıydı. Kentin kelime anlamını araştırdım, Valpariso "Cennet Vadisi" anlamına geliyor. Bir isim bir kente bu kadar yakışır. Burada yaşayanların hayata tutku ile bağlandığını anlamak hiç zor değil, hepsi karakter sahibi evlerin rengi bile bu yoksul ama neşeli insanların dünyaya bakış şekli hakkında ipuçları veriyor.Bu şirin liman kentinin hemen yanıbaşında Vina del Mar var. Orası da bir deniz kenti ama tarihi sokaklarının arasında gönüllü kaçışlara imkan veren Val Paraiso ile karşılaştırılamaz. Val Paraiso'da en az bir gece kalıp sabah saatlerinin güzelliğini yaşamak gerekiyor. Grand Hotel Gervasoni, Peurta De Alçala Hotel Valparaiso, Ultramar kentin iyi otelleri, fiyatları da gecelik 80 doları geçmiyor.
5. UZAKDOĞU'DA SUSHİ KEYFİ
Japonya farklı bir yer. Bilmek gerekiyor. Bu ülkede sıradan bir turist gibi gezenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Japonya'yi gerçekten hissetmek için onu içerden keşfetmek gerekiyor. Bunun için de bol zaman şart. Olsun. Ne de olsa tatil için bir ayımız var. Zaman kalırsa hemen yanıbaşındaki Kore'ye bile gidebiliriz. Japonya'ya kiraz çiçeklerinin açtığı ilkbahar aylarında gidenler bambaşka bir ülkeyle karşılaşıyor. Japonya gezisini unutulmaz kılan bir şey var. Bu ülkede otelde değilde ryokan adı verilen Japon hanlarında kalmak unutulmaz bir seyahatin ilk adımı. Bu hanları işleten aileleri tanımıyorsanız işiniz zor ama tüyo alacağınız birileri varsa keyifli bir tatil garanti demektir. Kyoto ve Nara gibi kentlerde Japonya'nin dingin ve insana huzur veren sakin havası var. Kyoto'daki Tawaraya Ryokan çok eski bir ailenin işlettiği büyüleyici bir mekan. Geleneksel ahşap kuvetlerde banyo yapıp, odaların açıldığı Japon Bahçeleri'nde dinlenmek insanda çok farklı duygular uyandırıyor. Hani ölmeden önce yapılması gerekenlerden.Trenle başkente 3-4 saat uzaktaki bu kentleri keşfetmek büyük keyif. Tokyo gece düzenli bir kent, gece hayatı renkli ve dinamik. Yine de giderek daha fazla batılı görünüme giren uzakdoğu kentlerinin aksine Tokyo'da doğunun kendine özgü mistik havası var. The Peninsula Tokyo oteli öncelikli tavsiyem. Finans bölgesi Marunouchi ve İmparatorluk Sarayı'nin tezat görüntüsü ilginç. Ginza Caddesi'nde alışveriş, Roppongi bölgesinde sabaha kadar müzik ve eğlence var. Tokyo'nun en iyi Sushi Lokantası ise bir bir gökdelenin zemin katında.
6. ALASKA'DA BUZUL MACERASı
Alaska ABD'nin en büyük eyaleti ama nüfusu en az olan eyalet de burası. Alaska, büyüleyici dağ manzaraları, parlak golleri, hareketli buzulları, rengarenk çiçekli çayırları, ormanları ve vahşi hayatı ile dünyada ender bulunan, el değmemiş bölgelerden biri. Tren, otobüs, tekne, kano bisikletle inanılmaz bir doğanın tam ortasindayim. Büyük bir şehir olan Anchorage'den, kuzeydeki küçük Talkeetna maden kasabasına uğrayınca dünyada ne kadar önemsiz olduğumuzu bir kez daha anladım. Her yerde süren yaşam savaşı burada da var. Dostluklar ve güleryüz burada daha da sıcak. Dağları ve golleri ile bu el değmemiş kara parçasında adım atmak uzaya gitmekle eşdeğer bir bakıma. İzolasyon dygusu had safhada. Bir o kadar da güzel. Kahverengi ayıları ile el değmemiş Denali Milli Parkı bugüne kadar gördüğüm en yeşil yer. Güneyde vahşi doğanın içindeki Alyeska Dağı'nda kamp yapmanı keyfi başka nerede bulunabilir? Ya da o harika liman şehri Seward ve görkemli buzulları ve balinaları ile büyüleyici Kenai Fjords Milli Parkı'na uzanan unutulmayacak bir yolculuk bu. Bakmayın siz benim uzaya gitmekle eşdeğer dediğime, bu muhteşem doğaya ulaşmak Frankfurt'dan sadece 9 saat 45 dakikalık bir uçuş mesafesinde. Alaska'nin en önemli tarım alanlarından Matanuska-Susitna Vadisinden geçmek inanılmaz bir deneyim. Üç büyük sıradağ Alaska, Talkeetna ve Chugach Dağları ile çevrili vadide pek çok dağ geçitleri ve altın madenleri var. 500 kişilik nüfusu ile bizi dostça karşılayan Talkeetna halkına sözüm olsun. Birgün mutlaka geri döneceğim!

2 Ekim 2010 Cumartesi

KARADENIZ'E NORVEC LAZIM



Geçenlerde Karadeniz'deydim. Doğal güzellikleri beni büyüledi. Sahil şeridi boyunca uzanan yemyeşil ormanlar, masmavi bir deniz. Bakmayın adının Karadeniz olduğuna, safir mavisi insanı baştan çıkarıyor. Her virajın sonunda başka bir vadi, her yamacın ardında başka bir ufuk! Doğanın insanoğluna bahşettiği muazzam bir güzellik. Tertemiz havayı içime çekmek için camı açınca tatlı bir rüzgar, kuş cıvıltılarına karışıp yüzümü okşuyor. Doğanın bu ülkeye verdiği koca bir armağanın tam ortasındayım. Doyasıya yaşıyorum anı. Burası Türkiye, benim ülkem! Bu güzellik benim! Tarifi zor bir sevinç kaplıyor ruhumu. Bir anlığına dünyanın en mutlu insanıyım. Hiçbirşey üzemez beni artık! Sükûnetle gelen huzurumu iç parçalayıcı bir ses bozuyor birden. Arabayı durdurup aşağı iniyorum. Biraz ilerleyince buldozerler çıkıyor karşıma. Işte o zaman aklıma geliyor o hain plan!

Doğru ya, Karadeniz HES hastalığının pençesinde!

Her gittigim yerde gördüğüm o muhteşem doğa acımasızca katlediliyor. Orada bile! Gözlerimin önünde... Güzergah boyunca karşıma çıkan buldozerler ölüm makinası gibi yemyeşil çam ormanlarına dalıyor. Her derenin önünde bir kum makinası, her ağacın dibinde elektrikli testere. Adını bile bilmediğim hatta daha önce hiç görmediğim dev arazi makinaları var burada. Hepsi sinsice doğanın koynuna sokulmuş katliam yapıyor. Araba ilerledikçe dehşet içinde manzarayı seyrediyorum. Akarsular toprakla kapatılıyor, yollar ormanın tam ortasından geçiriliyor. Bu ekolojik katliam karşısında doğa çaresiz. Düşman o kadar acımasız ki! Bir o kadar da kudretli! Arabaya dönüp tekrar yola koyuluyorum. Manzara her yerde aynı. Yüzlerce soğuk metal doğanın göbeğinde insanlık suçu işleniyor.

Arsız şirketler enerji üretme bahanesiyle yemyeşil ormanların, uçsuz bucaksız verimli vadilerin ortasına dalmışlar, sadece ekolojik dengeyi değil, oradaki canlıların tüm yaşam alanlarını da yok ediyor. Konuştuğum halk çaresiz. Karşı çıkanlara "vatan haini" damgası yapıştırıyorlar. Yöre halkı ne yapsın? Zaten yıllarca yanlış tarım politikaları yüzünden çoğu yaşadıkları toprakları terketmek zorunda kalmış, şimdi birileri bu hidroelektrik santraller sayesinde yeniden iş ve aş geleceğini vadediyor. Üstelik köye, okula, çeşmeye, sağlık ocağına yardım edip köylüleri yanına çekmeye çalışan bu şirketler yoksullugun naçar suyundan besleniyor. Hiçbiri icin kuruyan su kaynaklarının, yaşam alanı yok olan hayvanların, soyu tükenen endemik bitkilerin bir önemi yok tabi. Pervasızlığın en ürpertici boyutu da itaatsizlik! Mahkeme kararlarına aldırmıyorlar, sivil toplumun sesine kulak vermiyorlar, hoyratça rant düzeninin kurbanı doğayı katletmeye devam ediyorlar. Hukuka aldırmadan, yasaları umursamadan!

Bugün Karadeniz’de yediyüzdenden fazla HES, onlarca termik santral, bir nükleer santral projesi planlanıyor. Gözünü para hırsı bürümüş şirketler imdat sesine kulak tıkayıp bereket ananın dinamit koyuyor!

Toprağın tarihi var oysa buralarda. El emeğinin öyküsü var. Doğayla bütünleşip yaşamlar kurmuş köylünün hakkı var bu vadilerde. Hepsi yok tarumar ediliyor. En kötüsü de köylü toprağından koparılıyor. Bir ayrılık hikayesidir aslında burada anlattığım. Doğanın elinden tutan kadim dost köylü, buralardan kovuluyor artık. Toprağını bırakıp şehre gidiyor. Gitmek zorunda kalıyor. Rize Fındıklı'da, Çayeli, Hemşin, Çamlıhemşin İkizdere, Askaroz'da, Trabzon'da İkizdere Çağlayan Deresi, Uzungöl'de, Artvin'de Papart'ta, Balâ'da, Maçahel'de, Barhal'da dereler üzerine yapılan yüzlerce plansız nehir tipi HES ya da barajlarla doğa yokediliyor. Toprak ağlıyor!

Aynı doğal mirası paylaşan başka bir yerde ise durum farklı.

Norveç tıpkı Karadeniz gibi. Dağları, ovaları, akarsuları ve zengin bitki örtüsüyle Karadeniz'in ikiz kardeşi sanki.Karadeniz halkı "barajlar gelecek, sayesinde zengin olacaksın" diyen şirketlerin sinsi planı yüzünden toprağından zorla kopartılırken dünyanın en yüksek gelir düzeyine sahip ülkesi Norveç'te doğayla iç içe yaşam devletin en büyük önceliği. Norveçliler petrol sayesinde kazandıkları zenginliği Ruslar gibi görgüsüzce harcamak yerine mütevazı koşullarını devam ettirecekleri bir garanti olarak görüyor. Varlıklı Norveçlilerin önceliği şaşalı arabalar, dev malikaneler değil. Onlar herşeyden önce doğanın korunmasını istiyor. Oslo geçen yıl Avrupa'nın en yeşil başkentlerinden biri seçildi. Balıkçılık ile su ve fosil yakıtların sağladığı zenginlik onları daha fazla doğaya yakınlaştırıyor.

Dünyaya yolladıkları muhteşem kartpostallarin ötesinde doğasını korumaya and içmiş bir ülke var karşımızda.

Norveç'in hedefi, 2030 yılına kadar karbondioksitsiz bir ülke yaratmak. Bunun için doğal enerji kaynaklarını öne çıkarmak isteyen hükümet, destekleyici yasalar hazırlıyor. Hatta karbon vergisi çıkarma cesaretini gösteren tek hükümet olan Norveç hükümeti, bu vergiden elde edeceği geliri doğa dostu enerji kaynaklarıni geliştirmeye yönelik araştırmalara ayırdı. Avrupa'da Fransa gibi birçok ülke, dev şirketleri küstürmemek için böyle bir yasaya cüret edemiyor tabi. Fransa basbakanı gecenlerde "Avrupa buna hazır değil" diyerek tavrını enerji şirketlerinden yana koydu. Oysa yeni yasanın tıkır tıkır işledigi Norveç'te enerji şirketleri karbon emisyonlarını azaltmak için çalışmalara başladılar bile. Hicbiri çıkıp da ekstra masraf şikayetinde de bulunmadı.

Peki Norveç bunu neden yapıyor sizce? Bu kadar zenginken niye halkının eli topraktan kopmasın istiyor?
Benim bir cevabım var.
Çünkü Norveç'in doğa ile özel bir ilişkisi var. Koca ülke ancak doğanın sayesinde varlıını sürdüreceğinin farkında. Yeni nesiller daha çok küçük yaşlardan itibaren hayvan ve doğa sevgisi ile yetiştiriliyor. Onlara doğanın çarpan bir kalbi olduğu öğretiliyor. "Beraber uyum icinde yaşam" sloganı ile okullarda eğitimler veriliyor. Sehirlerde yaşayanlar asla doğadan kopartılmıyor. Bisiklet gibi alternatifler öneriliyor, araba kullanımının cok gerekli olmadığı anlatılıyor. Sehirli olmanın doğadan kopmak anlamına gelmediği herkesin ortak bilinci, onun icin de herkes doğal olanı hayatına katmanın peşinde. Yalın ve abartısız evler, sıradan ahşap mobilyalar, küçük motorlu araçlar, az enerji tüketimi Norveçli icin vazgecilmez yaşam kodları.


Fakir Karadeniz daha çok enerji diye katledilirken, Avrupa'nın en zengin insanlarının yasadığı Norveç sebebi ne olursa olsun daha az enerji icin mücadele ediyor. Karadenizli toprağından koparılıp şehirlere yollanırken, Norveç'te hatta başkent Oslo'da yaşayanın bile eli topraktan çıkmıyor.

Doğayı incitmeden enerji üretme imkanını elinin tersiyle itip, HES canavarını yaratan büyük şirketler aradaki farkı anlayabiliyor mu?



ı

lirken cevabi kendi vicdanimda veriyorum. Ya onlar?