9 Kasım 2010 Salı

KIZILDERILI SEATTLE

1993 senesiydi. Masmavi gökyüzünün altında boğaz suları İstanbul güneşinin serpistirdigi ışıltılarla oynaşıyordu. Bu muazzam görüntüye son kez baktım. Ruhumu kaplayan hüzün , kalbimdeki heyecana galip geliyordu. Dün gibi hatırlıyorum. Yeni dünyaya ilk kez ucacaktim. Benim için zor bir karardı. Geride sevgili bir aileyi, sımsıkı sarıldığım dostlarımı birakiyordum. Kolay değildi. Saatler süren yolculuğun bitimine yakın uçağın penceresinden New York semalarını izlerken İstanbul'u beş yıllığına terkettigim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Benimkisi bir maceraydı ama o macera bir yaşama dönüştü. Orada tam beş yıl kaldım. Amerika cezbeder insanı, baştan çıkarır.
Aradan 17 yıl geçti. Aradaki onca zamana rağmen Amerika'ya yaptığım yolculukların heyecanı hiç değişmedi. Her gittiğimde yeni bir şey keşfettim, yeni serüvenler yaşadım. Her yolculuk bir şölene dönüştü.
Seattle'a gideceğimi öğrendiğimde içimi yine o aşina heyecan rüzgârı kapladı. Hemen valizimi hazırladım. Seattle valizini hazırlamak da öyle kolay değil aslında. Bir kere bu kentin havası öyle New York ya da Los Angeles gibi istikrarlı değil. Yıllar önce bir arkadaşımdan ne zaman yağmur yağacağını , ne zaman güneş açacağını kimsenin kestiremedigini duymuştum. İnternette yaptığım kısa bir araştırma bu kentte havanın ne kadar güvenilmez olduğunu doğruladı. Dikkatle hazırladığım dört mevsimlik bavulumu alıp kapıya kilidi vurdum. Havalanında pasaport kontrolünden geçer geçmez aklımdaki tek şey bir an önce uçağa binip koltuğuma yerlesmekti. Beni 17 saatlik zorlu bir yolculuk bekliyordu ve ne kadar dinlenirsem kentin altını üstüne o kadar fazla getirebilirdim.
THY'nin her zamanki nefis yemekleriyle iyice keyife dönüşen yolculuk kah film seyrederek, kah uyuklayarak sandığımdan daha zahmetsiz biçimde sona erdi. Seattle semalarına geldiğimizde aşağı bakarken gördüğüm o yemyeşil manzara bana doğanın kucağına geldiğimi haber veriyordu...

Gerçekten de doğa kucaginin içindeyim çünkü Seattle Cascade dağları ile Pasifik okyanusunun arasında konumlaniyor. Bu özel konumu sürekli yağmur almasını sağladığı için de burası Amerika'nin en yeşil kentlerinden biri. Ekim ayı olmasına rağmen ılıman bir hava var. Havalanından otele gelene kadar gözlerim neredeyse yeşilden başka hiçbirşey görmüyor. Sonbaharın gelişiyle kızıla boyanan kimi ağaçların yarattığı görüntü de nefes kesici. Evler, tepelerin üzerinde, ağaçların arasına saklanmış. Yolda ilerlerken hiç beklenmedik anlarda, virajların ucunda karşıma denizin çıkması ise tıpkı İstanbul gibi Seattle'in da suyla içiçe bir yaşamı olduğunu gösteriyor bana. Bu kenti daha ilk görüşte seviyorum. Sempatik, sıcakkanlı, güleryüzlü bir yer burası. Unvanı "zümrüt'. Sonuna kadar hakediyor. Hele o arkadaki karlarla kaplı dağların içine sokulan körfez Seattle'in başına konan bir taç adeta. Sanki yunan mitolojisinin o ünlü yarışmalarına ev sahipliği yapan Ege kentlerinden birindeyim. Burası Amerika'da ama Amerika'nin çok dışında bir yer. Havada büyülü birşeyler var!
Hikayesi de ilginç. Seattle aslında daha önce burada yaşayan ama zorla göç ettirilen kızılderili kabilesi şefinin ismi. Toprağın asıl sahibini buralardan kovanların şefin ismini verip yerli halkı onurlandirmalari ancak Amerikalılara özgü bir davranış biçimi tabi. Seattle Kanada'dan önce son Amerikan kenti olduğu için çok çabuk gelişmiş. Altına hücum zamanında Kanada'ya gidenlerin uğrak noktası burası. Jack London'un romanlarindaki servet avcıları Seattle sokaklarını arsinlarken aklıma düşüveriyor. Nasıl düşmesin, kimbilir belki de Klondike'e zorla götürülen muhteşem köpek Buck'ta buralarda konaklamistir...Bence kentleri asıl güzel kılan şey geçmişle kurduğu bağları. Çünkü o güçlü bağlar hayallere sürükler insanı. Gerçekle masal iç içe girer. O zaman herşey daha güzel görünür.Bir şehir hayal kurdurtabiliyorsa aramızda özel bir bağ kendilinden oluşuyor. Başka hicbirseye gerek kalmadan oluşuyor üstelik. Şiirsel güzelliğiyle beni hemen tavlayan Seattle tam bir kadın. Zeki, kıvrak ve narin. Öyle olmasa o ünlü müzik grupları Nirvana, Pearl Jam ya da Alice in Chains gibi grunge müziğin dehaları bu topraklardan çıkabilir miydi? Jimi Hendrix'in aykırı ama bir o kadar da tutkulu yaşamı filiz verebilir miydi?

Seattle yürüyerek keşfedilmesi keyifli bir kent. Otobüs ve metro sayesinde günün her saati her yere ulaşılıyor. Yine de burayı New York gibi algilamamakta fayda var. Bir kere taksi kolay bulunmuyor. Hele şehir merkezinin biraz dışına çıkanın dönüş için taksi bulma şansı yok. Yapılacak tek şey telefonla bir araba şirketinden yardım istemek. Kentin işlek caddelerinde tempolu bir yaşam var. Gençlere ya da ruhunu her daim genç tutmayı başaran mutlu insanlara dönük hayatın merkezi Univercity Place yani üniversite bölgesi. Buradaki dev Barnes & Noble mağazasında vakit geçirip, hemen yanındaki hamburgerciden sadece Amerika'da olabilecek dev boyutlu hamburgeri midye indirmeyenler Seattle'in keyfini tam manasıyla çıkaramaz bana kalırsa. Hele benim gibi sonbaharda gidenler, yeşilden kızıla dönmüş güz yapraklarının üzerinde yürüyüş yapmalı mutlaka. Ben hayatımda sonbaharın bu kadar yakıştığı bir başka şehir daha görmedim. Ağaç dallarının birbirine kavuştuğu geniş caddelerde dudağına ıslık yapıştırıp, yaprak hisirtilari içinde gezinmenin tadı çok başka. Seattle'in iki farklı simgesi var. Bir tanesi uzaktan bakıldığında şehrin siluetine damgasını vuran Space Needle. Burası bir televizyon kulesi. 60'li yıllarda yapılmış ama futuristik mimarisiyle kente müthiş bir hava katıyor. Hemen yanındaki Pasifik Bilim Merkezi ve Rock'n Roll müzesi bir yarım günü keyifle gecirebileceginiz yerler. Başka bir Seattle simgesi de Smith Tower. En üst katında harika bir restoran var. Ben de bir akşamı burada geçirdim. Manzara nefes kesici. Yemekleri de hiç fena değildi. Hemen korkmayın öyle. Fiyatları o kadar da pahalı değil. İyi kalite bir şarap diye bir ısrarı olmayanlar makul fiyata harika bir akşam yemeği yiyebilir burada. Waterfront bu kentin kalabalık bölgelerinden biri. Suyla içli dişli olan her Batı kentinin illa bir Waterfrontu vardır zaten. Burası buluşma ve randevu noktası olarak da çok ise yarıyor. Zaten Seattle o kadar küçük bir yer ki neredeyse herkes şehri keşfederken birbirine mutlaka rastlıyor. Waterfront bu bakımdan en iyi randevu noktası. Yağlıboya tablolardan baharatlara kadar her türlü ilginç ürünün satıldığı Waterfont da özellikle 70 no.lu iskele çok eğlenceli. Seattle benim için doğasıyla güzel ama kent merkezindeki Public Market Center şehir merkezindeki favori mekânım oldu. Bir kere eskiye dair birşeyler var burada. Sanki aradan ikiyüz yıl hiç geçmemiş de zaman bir süreliğine yavaşlamış gibi hissediyor insan. Vitrinler eski ama çekici, mağazalar küflü ama tertemiz. Antikacilar ve sahaflar buraya çok yakışmış. Zaten Seattle son derece açık görüşlü bir kent. Eğitim seviyesi çok yüksek ve her seçimde Demokratlar'in bol oy topladığı yerlerden biri. Bu kadar çok kitapciyi başka türlü izah edemiyorum. Herkes kitap okuyor. Parklar, cafeler kitap okuyanlarla dolu. Kitaplardan söz etmişken ikinci el kitap satan mağazalardaki geçen zamandan bahsetmeden geçemem. Gicirdayan ahşap kaplamalarin üzerinde yürüyerek elli yıl öncesine ait bir kitabı incelemenin keyfi başka ne ile karşılaştırılır ki? Düşünsenize dışarıdan hafifçe içeri süzülen saksafonun notaları elimdeki küflü kitaba dokunuyor. Mış gibi kahve kokusu beni dışarı suruklese de hemen yan sokakta bir kitapçı daha var nasıl olsa. Böylece saatler geçiyor ve birden aciktiginizi farkediyorsunuz. Yemek için de en ideal yer yine Public Market Center ya da diğer adıyla Pike Center. Yemek olarak size önerim Alaska Somonu. Soğuk deniz balıklarının lezzetini ancak yiyen bilir. Dünyayı kasıp kavuran Starbucks çılgınlığı da yine bu entellektüel kentten doğmuş ya gidip bir ziyaret etmek lazım. Yemekten sonra ahşap tavanlı Starbucks'ta bir kahve yudumlamak iyi geliyor insana. Neden bilmiyorum ama Amerika'da kahveler hiçbir yerde olmadığı kadar lezzetli! içerde masa yok ama Seattle'a adım atan herkes bu kahvecinin sırrının ne olduğunu yerinde keşfetmek istiyor işte! Kahveyi alın ve hemen karşıdaki parka gidin. Ben öyle yaptım. Elimde kahve Eliott Körfezi'nin gizemli büyüsünü düşünürken yine altına hücum edenlerin katettigi soğuk Pasifik kıyılarını seyrettim. inanın bana, çok iyi geliyor. Her derde deva!

Seattle'in eski bölümü Pioneer Square. İlk yerleşim döneminin mimarisi bana ilginç geldi. Mimariye meraklı olmayanlar için çok da özel bir yer değil. Müze meraklıları için müze alternatifi bol. Burası Paris olmadığına göre müze seçenekleri de elbette farklı. Bu kenti zenginleştiren en önemli yatırım Boeing olunca müzesi de birçoklarının ilgisini çekiyor. Boeing'in uçak üretim fabrikasını merak edenler için özel turlar var. Ben bu fabrikaları gezerken Seattle'da neden bu kadar çok mutlu insan olduğunu da anladım. Çünkü Boeing burada neredeyse her eve ustihdam sağlıyor. Para kazananlar şehirdeki doğal güzelliğin de etkisiyle yüzünde tebessümle yaşıyor. Microsoft'un yönetim merkezi de burada. Redmond bölgesine gidenleri ilginç bir gezinti bekliyor. Suda yüzen köprülerin, deniz üzerinde asansör sistemi ile çalışan geçitlerin teknolojisini merak edenler için de yine özel turlar var. Müziğin yeri ise Seattle da çok başka!
Sanata ve özellikle müziğe meraklı olanların kendini cennette hissedeceği yerin adı EMP-Experience Music Project. Space Needle'in hemen yanındaki bu müze sadece ilginç mimarı için bile ziyaret edilmeli. Microsoft'un ortak kurucalrindan Paul Allen farklı kişiliğini burada da göstermiş ve Jimi Hendrix'in adı yaşasın diye bu muhteşem mekânı yaptırmış. Muhteşem diyorum çünkü burası müzik tutkunlati için müzeden de öte bir yer. Sanki bir tür müzik tiyatrosu ay da ortak ayın mekânı. Müziğin insanı derinden etkileyen o mistik gücü yaşasın diye iaratilmis sanki burası. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı binada bu amaca müthiş bir uyum gösteriyor. Tabi hiçbirşey tesadüf değil.
Benim gibi doğa tutkunu olanlar Seattle'da sıkılmaya vakit bulamaz. Kentin biraz dışında heybetli Doğ Mountain organik ciftlikleriyle ünlü. Bu çiftliklerden birinde tam gün geçirenlerin unutamayacakları bir tecrübe edinecegini garanti edebilirim. Herşeyden önce o muhteşem doğanın içinde atlarla gezinti yapmak insanın ruhunu hapsolduğu karanlıklardan çıkarıp başka diyarlara götürüyor. Hava o kadar temiz ve duru ki, sanki gökyüzünün mavisi ressamın fırçasından daha yeni çıkmış gibi. Masaların üzerinde kurulan yiyecekler, ineklerden taze sağılan sütler, dallarından yeni koparılmış meyvelerin hepsi orada. Bana bu kadarı da yetmez diyenlere enfes bir şarap ziyafeti de var! Yakınlarda da masmavi göllerin süslediği parklar var. Olimpik Dağı'nin eteklerinde yürüyüş parkurları ilginizi çekerse ulaşımı hem kolay hem de ucuz.

Alki Beach'in öyküsü ise benim için en dramatik olanı. Burada mutlaka bir kaç saat geçirmeli insan. 'Yamalı Bohça' yani altına hücumu başlatan fakirlerin ilk yerleştiği kızılderili bölgesi burası. Yani beyaz adamın kara gölgesinin ilk görüldüğü yer. Sonrası malum. Birkaç yüz dolar karşılığında satılmak zorunda bırakılan kıymetli topraklar. Bu kumsaldan beyaz tenlileri görünce ne düşündüler bilmiyorum ama sonlarının bu kadar dramatik olacağını akıl etmediklerine eminim. Alki Beach'te gezerken bu hazin öyküyü düşünmeden edemiyor insan.
Doğası, insanı, geniş kaldırımları, her köşeden yükselen müziği ve melankolik yağmuruyla çok farklı bir yer Seattle. Yükseklerde bir yere çıkıp kenti seyrediyorum. Pasifige açılan muhesem körfezi çevreleyen yeşil tepeler akşam güneşini selamlıyor. Soğuk buzullara akan okyanus sularının sokulduğu koyların kumsallarinda top oynayan çocukların neşeli çığlıkları kulaklarımda . Aklıma yine eski dost Jack London ve şaheseri 'Call of the Wild' düşüyor. Hani "Yabanın Çağrısı" romanında o evcillestirilmis köpek Buck vardır. Romanın ana karakteri de odur zaten. Buck altına hücum döneminde yaşadığı kentin konforlu ortamından kaçırılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Yok edilen Kizilderilerin toprakları Seattle. Acılar çeken ruhların ülkesi. Buck Klondike'e altına gidenlere hizmet etti. Kötüyü gördü ama sonra o kârlı tepelerde ruhunu buldu. Özüne döndü! Kızılderili şefi Seattle'in beyaz adam yazdığı mektubundaki sözleri kulaklarımda yankılanıyor kentin tepelerinde : "Gökyüzü nasıl satılır? Ya da satın alınır? Ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine suyun şakırtısına sahip olmazsa onu nasıl satabilir? Siz onu bizden nasıl satın alabilirsiniz? "
Beyaz adam zorla da olsa aldı o toprakları. Ama tıpkı Jack London'un unutulmaz karakteri Buck gibi Kızılderililerin ruhu hala yaşıyor buralarda. Benim ruhumsa bu tepeleri seyretmenin coşkusuyla yüreğimde kelebekleri uçuruyor... Kızılderili şef Seattle'a selam olsun!


8 Kasım 2010 Pazartesi

FARKLI OLANIN IZINDE




Gezmek lazım Dünyanın bir çok ülkesine seyahat ettim. Benim için seyahat çocukluk fantazilerimin duslerle buluştuğu, istediğim zaman gözlerimi kapatıp dokunarak hissettiğim, istediğimde tüm benligimi zorlayarak hayretten iyice büyümüş gözlerime baktığım her yeni şeyi ikram ettiğim bir ziyafet oldu. Ne zaman bavul toplayıp bir yerlere gitsem içimde tuhaf bir tedirginlik doğar. insanın içini maceraya' bilinmeyene açması zordur. 'Hadi kalk git' diyen rüzgârlar ne kadar sert eserse essin emniyeti tercih eder bir yanımız. Uzaklık duygusu içimize düşünce sıcak evin konforu galip gelir çoğu zaman. Tedirginliğin sert girdabı tuzaklarını kurar işte böyle zamanlarda. Gidip görmek yerine çoğu zaman kalıp okumayı tercih ederiz. Ben 'orada olma' güdüsüyle yaşadım hep. Hiç durmadım, bulutların üzerinde kendimi daha da ozgurlestirdim. Seyahat iyi gelir insana. Baskalastirir. Tıpkı edebiyat gibi seyahatler de insanı daha iyi birer kalp taşımaya zorlar. Farketmeyiz. içimizdeki ses özgürleşmek için bağırıp dursa da onu hep dizginleriz. Uzaklasmayiz.
Amerikalı muhteşem yazar Jack London'un " Call of the Wild / Yabanın Çağrısı" romanında evcillestirilmis köpek Buck baskarakterdir. Roman onun üzerine kuruludur. Buck yaşadığı kentin konforlu ortamından ayrılıp doğanın kucağına getirilince ruhunun özgürlük diye haykıran sesiyle tanışır hayretle. Ormanın derinliklerinden gelen çağrı geceleri onu rahat bırakmaz. Geceleri dikkatle baktığı ormanı merak eder. Önce cesaret edemez ama merak keşfe zorlar onu. Kesfettikce olgunlaşır. Sert esen rüzgara, donduran gece ayazına, her köşe başında onu hazırlıksız yakalayan onca tehlikeye rağmen mutlu bir köpeğe dönüşür Buck. Bütün gün uyuyan miskin köpek yoktur artık. Alaska'nin vahşi doğasında efendidir o. Ruhunun efendisi. Herşey hayalle başlıyor. İlk yolculuğa çıktığımda cebimde sadece beşyüz Dolar vardı. Okyanus ötesine gidiyordum. Tedirgindim. O seyahat hayatımı değiştirdi. Dünyayı başka pencerelerden seyretmeyi öğrendim. Hadi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bir ay dilediğiniz yerde tatil yapma hakkınız var. Tüm yılın yorgunluğunu atacağınız tam bir aylık tatil! Sıradan ülkeleri, artık gitmekten sıkıldığınız kentleri boşverin. Robert Frost 'daha az kullanılan yolu seçin' derken haklı bana kalırsa. Farklı olanı yapmak her zaman kolay olmasa da maceralara açtığı kapılarla bambaşka dünyaları kesfettiriyor. Bugün unutulmaz şair Frost'un izinden yürümek geldi içimden.
1. MıSıR'DA TARİHE YOLCULUK
Mısır dünyanın en gizemli yolculukları için ideal. içinizde biraz olsun ındiana Jones'un ruhu yaşıyorsa sakin onu öldürmeyin. Tapınakları inşa edenlerin hayal gücü hala yaşıyor bu topraklarda. Mısır'a adım attığım andan itibaren ruhum büyülü toprakların havasıyla hemen bütünleşiyor. Unutulmaz bir seyahatin ilk adımı başkent Kahire'deki Mena House Oberoi oteli. Montgomery Süite bu otelin en muhteşem odası. Piramitlerin olduğu Giza Platosu'nun hemen yanındaki bu otel bir asır boyunca gezginlerin macera hevesine ev sahipliği yapmış. Manzara büyüleyici. Piramitlerin gölgesindeki bu otelde zaman kavramı bir anda yok oluyor. Kahire'deki Mısır Müzesini gezmeden önce sabahın erken saatlerini fotoğraf çekmeye ayırmak akıllıca. Nedeni basit. Sfenksler en iyi gün doğarken fotograflaniyor. Ben Kahire'yi bir günde bitirdim ama isterseniz uzatabilirsiniz. Nil kıyısında tekne gezintisi insanın tulerini diken diken ediyor benden hatırlatması. Mısır'in en etkileyici yerlerinden biri Siwa Oasis. Burada ekolojik bir otel var. Adrere Amellal, Mısır Çölü'ndeki Berberilerin yaşam sürdüğü alanın tam ortasında. Bölgeyi güzelleştiren küçük göllerin ve su kaynaklarının yarattığı görüntü unutulmaz. Mısır Kraliçesi Kleopatra'nin banyo yaptığı bu kaynakların çevresinde kerpiç evler var. Sekiz katlı bu evlerin çoğu zaman içinde büyük hasar görmüş olsa da başka gizemli hikayeleri fısıldıyor kulaklara. Siwa'dan sonra Aswan'a geçip Sonesta Star Goddess teknesine binerseniz bu ülkenin kalbine yolculuğunuz da başlamıştır artık. 3 gecelik gezinin en heyecan verici durağı Krallar Vadisi. Luxor'da Hotel Al Moudira ve Şarm el Şeyh'te Four Season Resort otelde kalanların pişman olacağını hiç sanmam. Kızıldeniz'in kumsalı o kadar beyaz ki insan sonsuza kadar burada kalmak istiyor. Bana göre Mısır gezisini unutulmaz kılan mekan Kraliçe Nefertiti'nin Kraliceler Vadisi'ndeki mezarı. Burası dar merdivenleri olan çok küçük bir alan. ışıklar aşağı inince yanıyor ve konuşmak kesinlikle yasak ve ziyaretçiler sadece 20 dakika kalabiliyor. Emin olun hayatınızdaki en heyecan verici anlardan birini yaşayacaksınız!
2. YENİ ZELANDA'DA UÇUŞ KEYFİ
Evet biliyorum çok uzak ama artık hayayolu şirketleri o kadar konforlu seyahat imkanı sunuyor ki bir ülkenin uzak olması eskisi kadar yorucu değil. Yeni Zelanda'ya özellikle Dubai aktarmalı seyahatler işi kolaylaştırıyor. Dünyanın en dibindeki Yeni Zelanda'ya en yakın ülke Avustralya. Hal böyle olunca müthiş bir izolasyon duygusu yaşanıyor. Dünyanın en güzel ülkelerinden biri.Vahşi doğanın el değmemiş güzelliği büyüleyici. Yeni Zelanda benim için en heyecan verici destinasyonlardan biri çünkü insan doğanın tartışmasız üstünlüğü var burada. İnsan gözünü rahatsız edecek hiçbirşey yok! Aucland'a indiğinizde biraz yorgunluk hissedeceksiniz tabi ama size güzel bir haberim var. Adalar Köyü'ndaki Cavalli ısland oteldeki villalarda muhteşem bir tatil sizi bekliyor. Otelin özel yatıyla koylarda yaptığımız gezi adetagorsel bir şölen oldu. Koyların güzelliği karşısında insan söyleyecek söz bulamıyor. Yeni Zelanda'da yollar dar ve kavisli. Araba ile keşif tavsiye edilmiyor. ilginç ama gideceğiniz yere helikopterle ulaşmak en doğru seçim. Hem ucuz hem de helikopterle bu muhteşem ülkeyi havadan seyretme ayrıcalığını kazaniyorsunuz. Her yoculuk ayrı bir görsel şölen, adrenalin de çabası! Yeni Zelanda aslında iki adadan oluşan bir ülke. Kuzey ve Güney adası. Maori savaşçıları ile tanışmak öyle kolay değil. Maori köyüne her gelen ziyaretçinin cesaretini ispatlaması gerekiyor. işsiz çalılıklar arasında tam bir köşe kapmaca oynanıyor. Maori savaşçılarının attığı mizraklardan kurtulabilirseniz koyun şefi ile tanışma onuruna erisebilirsiniz. Size benden tüyo: kurulan pusulara basmamak için gözünüzü yerden ayırmadan saklanmaya çalışın! Christchurch'ten Queenstown kentine giderken yine uçmak gerekiyor. Silverpine oteli inanılmaz bir yer. Hemen yanındaki şarap vadisinde gerçek bir şarap ziyafetine hazırlıklı olun. Gibbston Valley şarapları artık tüm dunayada tanınıyor. Uçsuz bucaksız şarap vadilerinde kaybolmanın keyfi hicbirseyde yok!
3. AFRİKA'DA SOYU TUKENENLERİN İZİNDE SAFARİ
Gözlerinizi bir an kapatın. Yer Virunga Dağları'nin etekleri... Uçsuz bucaksız tarlalar, sessizce otlayan vahşi hayvanlar. Gözünüzü bir an çevirin, sağda biraz ileride sık bambu ağaçlarının tüm doğayı gizlediği yağmur ormanları var. Bu ormanlar Afrika duzluklerinin sırlarını örten, gizemli dünyaları sağlam bir kale gibi koruyan doğa harikası. Ormanların içinde bugün sayıları sadece 700 olan dağ gorilleri var. Sayısız köprülerden geçerek ulaştığım bu ormanın içindeki öldürücü sessizliği dinlemek için böyle bir yolculuğa çıkmaya değer! Dev lav katmanları ve volkanik kayaları aşmak da yetmiyor. Çağlayanların üzerindeki incecik köprüleri asmaniz gerek! En küçük bir ses insanın yüreğini ağzına getirmeye yetiyor. Tedirginliğin iyice bilediği heyecan duygusu unutulacak gibi değil. Burası Ruanda. Afrika'da hayvanlar avlanıyor. Özellikle filler tehlikede. Bu bölgelere yapılan ziyaretler bu zavallı hayvanların tek yaşam şansı çünkü bu sayede geler elde edileceğinden yasak avlanmanın önüne geçilebilecek. Kenya'da Ol Donyo Wuas kampı böyle bir amaca hizmet veriyor. Great Plains oteli'nde kalan ziyaretçiler Masai yerlileriyle doğal yaşamı kesfedebiliyor. Atlarla ya da ciple bölgeyi gezerken muazzam tabiatın içinde ruhlarımız temizleniyor. Yine Tanzanya'nin güneyindeki Selous çok özel bir yer. Burada çadırlarda kaldık ama bu çadırların içi son derece lüks ve konforlu. Özellikle geceleri vahşi hayvanların sesini duyarakuyumaya çalışmak çok farklı bir deneyim. Botswana'nin kuzeyindeki 130 bin hektar alana yayılan Selinda bölgesinde 3 ayrı kamp var. En iyisi gölün kenarındaki Zarafa Kampı. Burada yaklaşık dokuz bin fil yaşıyor. Sabah saat beste kalkıp bu filleri seyretmek diyumsuz bir tat yaşatıyor. Bugün bile Teşvikiye'deki evimde her gece yatarken uçsuz bucaksız savanlarda yaşam mücadelesi veren yaban hayvanlarını siluetini düşünmeden uyuyamıyorum...Manzara o kadar çarpıcı!
4. GÜNEY AMERİKA'DA DANS
Güney Amerika insanlarının hayata olumlu bakış açısının her yerde hissedildiği bir kıta. Evet yoksulluk var, evet sorun yumağının içinde bir türlü istikrarı bulamayan ülkelerin mücadelesi can yakıyor. Ne olursa olsun herşeye rağmen burada hayat çok canlı akıyor. Güney Amerika'ya adım attığınız andan itibaren müziğin ritmine kapılmamak imkansız! Brezilya kıtanın can damarı. Kalabalık şehirleri, harika yemekleri ve neşeli insanlarıyla benim vazgecemedigim seyahat destinasyonlarından biri. Sao Paolo ülkenin en büyük kenti ama bana kalırsa burada fazla vakit kaybetmeyin. Unutulmaz tatilin adresi Rio. Tepelerin üzerine kurulan bu kentte gördüğüm manzarayı hayatım boyunca unutamayacağım. Tek kelimeyle enfes! Sonsuzluk duygusunu başka nerede yaşadım bilmiyorum. Copacabana, İpenama, Leblon ve Barra da Tijuca kumsalları güneşi doyasıya hissedeceginiz yerler. Şubat ve Mart ayları karnaval mevsimi ama ben karnaval zamanında Rio tatilinin akıl kârı olmadığını düşünüyorum. Fiyatlar pahalı, otellerde yer yok. Tam bir karmaşa var yılın bu döneminde ama herşeye razıysanız eğlencenin sınırı yok. Sambanin büyülü cazibesi hicbirseyle karşılaştırılamaz. Urca Rio'nun sevimli bir kasabası. Dört katlı evleriyle keyifli tatil için çok uygun bir mekan. Teleferikle ulaşılan Sugarloaf dağları alternatif tatiller için çok ideal. Temiz havası ve olağanüstü şirin otelleriyle ünlü. Dünyanın en geniş tropikal ormanı Tijuca yağmur ormanları gördükten sonra buraya tekrar gelmek isteyeceginize eminim.
Güney Amerika'nin en ilginç ülkelerinden biri de Şili. Başkent Santiago harika bir kent ama benim için Valparaiso bu ülkenin en etkileyici kenti. 3 saatlik bir araba yolculuğu sonunda ulaştığımız Valparaiso, UNESCO'nun koruma altına aldığı bir masal diyarı. Şili Ulusal Kongresi'nin burada olması nedeni ile çoğu gezgin burayı başkent sanıyor ama öyle değil. Gerçi bana göre Valpariso tam bir kültür başkenti. Kendine özgü mimarisi, arnavut kaldırımlı sokakları, tepe üzerine kurulu şirin mahalleleri ile bu kent benim için zamanda yolculuğun giriş kapısıydı. Kentin kelime anlamını araştırdım, Valpariso "Cennet Vadisi" anlamına geliyor. Bir isim bir kente bu kadar yakışır. Burada yaşayanların hayata tutku ile bağlandığını anlamak hiç zor değil, hepsi karakter sahibi evlerin rengi bile bu yoksul ama neşeli insanların dünyaya bakış şekli hakkında ipuçları veriyor.Bu şirin liman kentinin hemen yanıbaşında Vina del Mar var. Orası da bir deniz kenti ama tarihi sokaklarının arasında gönüllü kaçışlara imkan veren Val Paraiso ile karşılaştırılamaz. Val Paraiso'da en az bir gece kalıp sabah saatlerinin güzelliğini yaşamak gerekiyor. Grand Hotel Gervasoni, Peurta De Alçala Hotel Valparaiso, Ultramar kentin iyi otelleri, fiyatları da gecelik 80 doları geçmiyor.
5. UZAKDOĞU'DA SUSHİ KEYFİ
Japonya farklı bir yer. Bilmek gerekiyor. Bu ülkede sıradan bir turist gibi gezenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Japonya'yi gerçekten hissetmek için onu içerden keşfetmek gerekiyor. Bunun için de bol zaman şart. Olsun. Ne de olsa tatil için bir ayımız var. Zaman kalırsa hemen yanıbaşındaki Kore'ye bile gidebiliriz. Japonya'ya kiraz çiçeklerinin açtığı ilkbahar aylarında gidenler bambaşka bir ülkeyle karşılaşıyor. Japonya gezisini unutulmaz kılan bir şey var. Bu ülkede otelde değilde ryokan adı verilen Japon hanlarında kalmak unutulmaz bir seyahatin ilk adımı. Bu hanları işleten aileleri tanımıyorsanız işiniz zor ama tüyo alacağınız birileri varsa keyifli bir tatil garanti demektir. Kyoto ve Nara gibi kentlerde Japonya'nin dingin ve insana huzur veren sakin havası var. Kyoto'daki Tawaraya Ryokan çok eski bir ailenin işlettiği büyüleyici bir mekan. Geleneksel ahşap kuvetlerde banyo yapıp, odaların açıldığı Japon Bahçeleri'nde dinlenmek insanda çok farklı duygular uyandırıyor. Hani ölmeden önce yapılması gerekenlerden.Trenle başkente 3-4 saat uzaktaki bu kentleri keşfetmek büyük keyif. Tokyo gece düzenli bir kent, gece hayatı renkli ve dinamik. Yine de giderek daha fazla batılı görünüme giren uzakdoğu kentlerinin aksine Tokyo'da doğunun kendine özgü mistik havası var. The Peninsula Tokyo oteli öncelikli tavsiyem. Finans bölgesi Marunouchi ve İmparatorluk Sarayı'nin tezat görüntüsü ilginç. Ginza Caddesi'nde alışveriş, Roppongi bölgesinde sabaha kadar müzik ve eğlence var. Tokyo'nun en iyi Sushi Lokantası ise bir bir gökdelenin zemin katında.
6. ALASKA'DA BUZUL MACERASı
Alaska ABD'nin en büyük eyaleti ama nüfusu en az olan eyalet de burası. Alaska, büyüleyici dağ manzaraları, parlak golleri, hareketli buzulları, rengarenk çiçekli çayırları, ormanları ve vahşi hayatı ile dünyada ender bulunan, el değmemiş bölgelerden biri. Tren, otobüs, tekne, kano bisikletle inanılmaz bir doğanın tam ortasindayim. Büyük bir şehir olan Anchorage'den, kuzeydeki küçük Talkeetna maden kasabasına uğrayınca dünyada ne kadar önemsiz olduğumuzu bir kez daha anladım. Her yerde süren yaşam savaşı burada da var. Dostluklar ve güleryüz burada daha da sıcak. Dağları ve golleri ile bu el değmemiş kara parçasında adım atmak uzaya gitmekle eşdeğer bir bakıma. İzolasyon dygusu had safhada. Bir o kadar da güzel. Kahverengi ayıları ile el değmemiş Denali Milli Parkı bugüne kadar gördüğüm en yeşil yer. Güneyde vahşi doğanın içindeki Alyeska Dağı'nda kamp yapmanı keyfi başka nerede bulunabilir? Ya da o harika liman şehri Seward ve görkemli buzulları ve balinaları ile büyüleyici Kenai Fjords Milli Parkı'na uzanan unutulmayacak bir yolculuk bu. Bakmayın siz benim uzaya gitmekle eşdeğer dediğime, bu muhteşem doğaya ulaşmak Frankfurt'dan sadece 9 saat 45 dakikalık bir uçuş mesafesinde. Alaska'nin en önemli tarım alanlarından Matanuska-Susitna Vadisinden geçmek inanılmaz bir deneyim. Üç büyük sıradağ Alaska, Talkeetna ve Chugach Dağları ile çevrili vadide pek çok dağ geçitleri ve altın madenleri var. 500 kişilik nüfusu ile bizi dostça karşılayan Talkeetna halkına sözüm olsun. Birgün mutlaka geri döneceğim!

2 Ekim 2010 Cumartesi

KARADENIZ'E NORVEC LAZIM



Geçenlerde Karadeniz'deydim. Doğal güzellikleri beni büyüledi. Sahil şeridi boyunca uzanan yemyeşil ormanlar, masmavi bir deniz. Bakmayın adının Karadeniz olduğuna, safir mavisi insanı baştan çıkarıyor. Her virajın sonunda başka bir vadi, her yamacın ardında başka bir ufuk! Doğanın insanoğluna bahşettiği muazzam bir güzellik. Tertemiz havayı içime çekmek için camı açınca tatlı bir rüzgar, kuş cıvıltılarına karışıp yüzümü okşuyor. Doğanın bu ülkeye verdiği koca bir armağanın tam ortasındayım. Doyasıya yaşıyorum anı. Burası Türkiye, benim ülkem! Bu güzellik benim! Tarifi zor bir sevinç kaplıyor ruhumu. Bir anlığına dünyanın en mutlu insanıyım. Hiçbirşey üzemez beni artık! Sükûnetle gelen huzurumu iç parçalayıcı bir ses bozuyor birden. Arabayı durdurup aşağı iniyorum. Biraz ilerleyince buldozerler çıkıyor karşıma. Işte o zaman aklıma geliyor o hain plan!

Doğru ya, Karadeniz HES hastalığının pençesinde!

Her gittigim yerde gördüğüm o muhteşem doğa acımasızca katlediliyor. Orada bile! Gözlerimin önünde... Güzergah boyunca karşıma çıkan buldozerler ölüm makinası gibi yemyeşil çam ormanlarına dalıyor. Her derenin önünde bir kum makinası, her ağacın dibinde elektrikli testere. Adını bile bilmediğim hatta daha önce hiç görmediğim dev arazi makinaları var burada. Hepsi sinsice doğanın koynuna sokulmuş katliam yapıyor. Araba ilerledikçe dehşet içinde manzarayı seyrediyorum. Akarsular toprakla kapatılıyor, yollar ormanın tam ortasından geçiriliyor. Bu ekolojik katliam karşısında doğa çaresiz. Düşman o kadar acımasız ki! Bir o kadar da kudretli! Arabaya dönüp tekrar yola koyuluyorum. Manzara her yerde aynı. Yüzlerce soğuk metal doğanın göbeğinde insanlık suçu işleniyor.

Arsız şirketler enerji üretme bahanesiyle yemyeşil ormanların, uçsuz bucaksız verimli vadilerin ortasına dalmışlar, sadece ekolojik dengeyi değil, oradaki canlıların tüm yaşam alanlarını da yok ediyor. Konuştuğum halk çaresiz. Karşı çıkanlara "vatan haini" damgası yapıştırıyorlar. Yöre halkı ne yapsın? Zaten yıllarca yanlış tarım politikaları yüzünden çoğu yaşadıkları toprakları terketmek zorunda kalmış, şimdi birileri bu hidroelektrik santraller sayesinde yeniden iş ve aş geleceğini vadediyor. Üstelik köye, okula, çeşmeye, sağlık ocağına yardım edip köylüleri yanına çekmeye çalışan bu şirketler yoksullugun naçar suyundan besleniyor. Hiçbiri icin kuruyan su kaynaklarının, yaşam alanı yok olan hayvanların, soyu tükenen endemik bitkilerin bir önemi yok tabi. Pervasızlığın en ürpertici boyutu da itaatsizlik! Mahkeme kararlarına aldırmıyorlar, sivil toplumun sesine kulak vermiyorlar, hoyratça rant düzeninin kurbanı doğayı katletmeye devam ediyorlar. Hukuka aldırmadan, yasaları umursamadan!

Bugün Karadeniz’de yediyüzdenden fazla HES, onlarca termik santral, bir nükleer santral projesi planlanıyor. Gözünü para hırsı bürümüş şirketler imdat sesine kulak tıkayıp bereket ananın dinamit koyuyor!

Toprağın tarihi var oysa buralarda. El emeğinin öyküsü var. Doğayla bütünleşip yaşamlar kurmuş köylünün hakkı var bu vadilerde. Hepsi yok tarumar ediliyor. En kötüsü de köylü toprağından koparılıyor. Bir ayrılık hikayesidir aslında burada anlattığım. Doğanın elinden tutan kadim dost köylü, buralardan kovuluyor artık. Toprağını bırakıp şehre gidiyor. Gitmek zorunda kalıyor. Rize Fındıklı'da, Çayeli, Hemşin, Çamlıhemşin İkizdere, Askaroz'da, Trabzon'da İkizdere Çağlayan Deresi, Uzungöl'de, Artvin'de Papart'ta, Balâ'da, Maçahel'de, Barhal'da dereler üzerine yapılan yüzlerce plansız nehir tipi HES ya da barajlarla doğa yokediliyor. Toprak ağlıyor!

Aynı doğal mirası paylaşan başka bir yerde ise durum farklı.

Norveç tıpkı Karadeniz gibi. Dağları, ovaları, akarsuları ve zengin bitki örtüsüyle Karadeniz'in ikiz kardeşi sanki.Karadeniz halkı "barajlar gelecek, sayesinde zengin olacaksın" diyen şirketlerin sinsi planı yüzünden toprağından zorla kopartılırken dünyanın en yüksek gelir düzeyine sahip ülkesi Norveç'te doğayla iç içe yaşam devletin en büyük önceliği. Norveçliler petrol sayesinde kazandıkları zenginliği Ruslar gibi görgüsüzce harcamak yerine mütevazı koşullarını devam ettirecekleri bir garanti olarak görüyor. Varlıklı Norveçlilerin önceliği şaşalı arabalar, dev malikaneler değil. Onlar herşeyden önce doğanın korunmasını istiyor. Oslo geçen yıl Avrupa'nın en yeşil başkentlerinden biri seçildi. Balıkçılık ile su ve fosil yakıtların sağladığı zenginlik onları daha fazla doğaya yakınlaştırıyor.

Dünyaya yolladıkları muhteşem kartpostallarin ötesinde doğasını korumaya and içmiş bir ülke var karşımızda.

Norveç'in hedefi, 2030 yılına kadar karbondioksitsiz bir ülke yaratmak. Bunun için doğal enerji kaynaklarını öne çıkarmak isteyen hükümet, destekleyici yasalar hazırlıyor. Hatta karbon vergisi çıkarma cesaretini gösteren tek hükümet olan Norveç hükümeti, bu vergiden elde edeceği geliri doğa dostu enerji kaynaklarıni geliştirmeye yönelik araştırmalara ayırdı. Avrupa'da Fransa gibi birçok ülke, dev şirketleri küstürmemek için böyle bir yasaya cüret edemiyor tabi. Fransa basbakanı gecenlerde "Avrupa buna hazır değil" diyerek tavrını enerji şirketlerinden yana koydu. Oysa yeni yasanın tıkır tıkır işledigi Norveç'te enerji şirketleri karbon emisyonlarını azaltmak için çalışmalara başladılar bile. Hicbiri çıkıp da ekstra masraf şikayetinde de bulunmadı.

Peki Norveç bunu neden yapıyor sizce? Bu kadar zenginken niye halkının eli topraktan kopmasın istiyor?
Benim bir cevabım var.
Çünkü Norveç'in doğa ile özel bir ilişkisi var. Koca ülke ancak doğanın sayesinde varlıını sürdüreceğinin farkında. Yeni nesiller daha çok küçük yaşlardan itibaren hayvan ve doğa sevgisi ile yetiştiriliyor. Onlara doğanın çarpan bir kalbi olduğu öğretiliyor. "Beraber uyum icinde yaşam" sloganı ile okullarda eğitimler veriliyor. Sehirlerde yaşayanlar asla doğadan kopartılmıyor. Bisiklet gibi alternatifler öneriliyor, araba kullanımının cok gerekli olmadığı anlatılıyor. Sehirli olmanın doğadan kopmak anlamına gelmediği herkesin ortak bilinci, onun icin de herkes doğal olanı hayatına katmanın peşinde. Yalın ve abartısız evler, sıradan ahşap mobilyalar, küçük motorlu araçlar, az enerji tüketimi Norveçli icin vazgecilmez yaşam kodları.


Fakir Karadeniz daha çok enerji diye katledilirken, Avrupa'nın en zengin insanlarının yasadığı Norveç sebebi ne olursa olsun daha az enerji icin mücadele ediyor. Karadenizli toprağından koparılıp şehirlere yollanırken, Norveç'te hatta başkent Oslo'da yaşayanın bile eli topraktan çıkmıyor.

Doğayı incitmeden enerji üretme imkanını elinin tersiyle itip, HES canavarını yaratan büyük şirketler aradaki farkı anlayabiliyor mu?



ı

lirken cevabi kendi vicdanimda veriyorum. Ya onlar?

1 Ekim 2010 Cuma

NORVEC REHBERI

Norveç’in geleneksel yemeklerinden biri olan Norveç Türlüsü’nü deneyin. Norveç’in geleneksel başka bir yemeği ise geyik kebabı, üzerine kızarmış yumurta konularak servis ediliyor. Ben av hayvanı yemediğim için elimi bile sürmedim. Yine geleneksel yemeklerinden lahanalı et haşlaması denemeye değer. Bu yemek geleneksel aile toplantıları için hazırlanan yemeklerde yeniyor. Norveçlilerin 1,2,3 adını verdikleri Çiftçi Omleti ise Türk damak tadına uygun bir tercih. Restoranlarında pizzaya ve makarna mutlaka var.

Ülkede vergi oranları yüzde 18. Bir mağazadan 300 Norveç Kronu üstündeki alışverişleriniz için form doldurup, ülkeden çıkarken gümrük görevlisine beyan ederek vergi iadesi alma hakkına sahip olabilirsiniz.

Norveç’e gittiğinizde kesinlikle 1963 yılında açılan ünlü Münch Müzesi’ni gezin ve mola vermek istediğinizde ise Café Edvard Munch‘te sıcacık kahvenizin yanında bir dilim pasta yemeyi ihmal etmeyin.

Norveç’te yaşayabileceğiniz en eşsiz deneyimlerden biri Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyinden görünen mükemmel gece yarısı güneşi.

uçuş Süresi : 4 saat 20 dakika / THY ile yaklaşık 300 Euroya ulaşabilirsiniz.
Saat Farkı : 1 saat geri
Konaklama: Minimum 50 Euro. Oteller temiz ve konforlu. Thon otel zinciri iyi bir alternatif.

Norveç fyordlari National Geographic dergisi tarafından dünyanın en güzel turizm destinasyonu seçildi. Ülkenin batısındaki Sognefjord, 205 km uzunluğuyla Norveç'in en uzun, dünyanın ise ikinci uzun fiyordu özelliğini taşıyor.





NORVEC'TE KIM MUTLU YASIYOR?

Norveç yıllardır yapılan araştırmalarda hep dünyanın en iyi yaşanacak ülkesi seçilir. Gerçi son yıllarda birinciliği Finlandiya'ya kaptırdı ama bu onun yaşam kalitesi açısından iddiasını etkilemez.

Norveç petrol ve doğalgaz sayesinde refah düzeyini kimsenin hayal edemeyeceği seviyelere taşımış bir ülke. Bireye önem verdiği için de halkın yaşam kalitesini artıracak dev bütçeler ayırır, kadın erkek eşitliğinin sağlanması için en cesur adımları atar. Onun için de her yıl dünyanın yaşam refah düzeyi ve yaşam kalitesi açısından en iyi ülkelerinden biri seçilir.Buraya kadar hersey tamam.

Ama...

Gerçekten öylemi acaba? Norveç herkes için bir cennet mi?

Benim Norveç gezimin amacı doğal güzellikleri yerinde kesfetmekti ama bu yoculuk sırasında kesfettigim başka şeyler de oldu. Biraz da canımı sıktı kesfettiklerim. Norveç izlenimlerimi anlattığım yazıda başkent Oslo sokaklarında dolaşırken dikkatimi Asya ve Afrika'dan gelenlerin çektiğinden bahsetmiştim ya. Bu insanların Norveç'in hoşgörülü politikaları sayesinde burada yaayabildiğini düşündüm önce. Sonra ortalarda görünmeyen polislerin bir anda esmer sokak satıcılarının yanında bitiverdiğini farkettim. Soru soruyor, fena halde sıkıştırıyorlardı... Birkaç yerde de bu insanlara kimlik soran uniformalılara rastlayınca rahatsız olmaya başladım. Dahası caddelerde yürüyen 'Avrupalıların' hiç böyle bir muamale ile karşılaştığını görmedim. Birilerinin bu göçmenlerle derdi vardı.

Işin boyutu biraz yakından bakınca sandığımızdan daha büyük. Norveç'te göçmenlere karşı olumsuz bir hava var. Üstelik bu hava giderek yayılıyor. Asıl tehlike de burada!
ırkçı söylemleri ile ortalığı birbirine katan aşırı sağ İlerici Parti ülkenin en büyük ikinci partisi konumunda. Dikkat çekmek için her türlü göçmen karşıtı sloganı kullanıyorlar. Son yıllarda ırkçı söylemi yumuşatmış olsa da, yabancı karsıtı oldugu sır degil ustelik bu partinin destekçileri giderek artıyor. Norveç gibi bir ülkede geçen yıl yapılan seçimlerde bu parti oyların yüzde 22.9'ünü almaya başardı ve meclise 41 milletvekili yolladı. Bu sonuçla şimdi sıkı göçmen politikalarının uygulanması talebini artırıyor. Deyim yerindeyse zorla ateş olamayan yerden duman çıkarıyor.

Peki bu kadar seçmen yabancı düşmanı söylemi olan bir partiye neden yakınlık duyuyor?
Avrupa'nin aşırı sağın çekim alanına girmesinin kökeninde giderek artan işsizler ordusu var. Ekonomik krizi Türkiye gibi kolay atlatamayan Avrupa'da işsizlik ve beraberinde gelen refah kaybının günah keçisi, Asya ve Afrika'dan gelen göçmenler. İlk başlarda beğenmedikleri işleri yapan göçmenlere sempati duyanlar, bugün onların bir bölümü başarılı olup patron olmaya başlayınca rahatsızlıklarını belli etmekten çekinmiyor. Norveç'te de durum farklı değil. Dilini, kültürünü, yemeğini ya da müziğini benimsemeyip ama toleransı da esirgemeyen Norveçli için artık herşey başka. Halkın azımsanmayacak bir bölümü "Norveç'i islamlaştırıyorlar" diye çığlıklar atan bir partiye destek verebiliyor çünkü işsizler, daha az devlet yardımı alıyorlar. Sosyal demokrasinin ya da kişisel hak ve özgürlüklerin en geliştiği ülke isveç'te bile yabancı karşıtı bir parti, tarihinde ilk kez parlamentoya girdi.

Hollanda, İtalya, Danimarka ve Avusturya'da ırkçı söylemler kullanan sağ partilerin hızlı yükselişi endişe verici boyuta ulaştı.

Geçenlerde bir makalede Norveç'te yaşanan kazaların faturasının göçmenlere kesildiğini okudum. Norveç polisi ülkede yaşanan kazaları ehliyetini kendi ülkesinde alan göçmenlerin varlığına bağlıyor. Pes doğrusu. Sadece kazaların değil ülkedeki bir çok sorunun nedeni olarak göçmenleri gösteren hükümet son iki yıl içinde onbinden fazla göçmeni sınırdışı etti.

Norveç'te birşeyler değişiyor. Refah toplumu olarak tüm araştırmalarda dünyanın en yaşanır ülkesi seçilen ya da ilk üçe mutlaka giren Norveç'te bu koşullarda kim kaliteli yaşıyor?

Benim asıl cevabını merak ettiğim soru bu.

Irkçı partilere oy veren mutsuz kitle mi?

Yoksa,

Norveçlinin 'Kara Kafa' adını taktığı daha iyi yaşam hayalinin peşinden buralara sürüklenen göçmenler mi?

Sahi... Norveç'te kim mutlu yaşıyor?

AVRUPA'NIN EN YASANILACAK ULKESI NERESI?



OSLO'DA EKMEK ARASI BALIK
Iskandinav ülkeleri her zaman ilgimi çekti. Yeşilin maviyle en vahşi biçimde bütünleştiği bu bakır topraklarda zaman neredeyse yok gibidir. Ya da zaman hızla akıp gider de biz farkına varamayız. Yaşamın durağan akışına teslim olan İskandinav insanı ise hep gizemli bir havaya sahiptir. Soğuk mavi gözleri ile hiç tanımadığı insanları şüpheyle süzen İskandinavlar, aradan zaman geçip karşısındakini tanıyınca dünyanın en sıcak kanlı insanı oluverir. Beni en çok çeken hangisi bilmiyorum, soğuk İskandinav diyarlarının sıcak insanları mı, yoksa her daim gri gökyüzünün melankolik cazibesi mi? Bu soruya cevap vermek zor ama nedeni ne olursa olsun ben İskandinavya yolculuklarını hep içimde tarifsiz bir sevinçle yapıyorum. Dünyanın yaşam kalitesi en yüksek ülkesi unvanını kimselere kaptırmayan Norveç'in neden bu kadar cazip olduğunu bu kez mutlaka kesfedeceğim. İskandinav ülkelerinin ne kadar pahalı olduğunu bildiğimden çok dikkatli hazırlanan bir bütçe ile hareket etmeye karar verdim. Toplam beş gün içinde vaktimi çok iyi kullanıp mümkün olan her yere girmeyi kafama koymuştum bir kere ama, geri döndüğümde pişman olmamak için çok titiz davranmak zorunda olduğumun da farkındaydım. Malum İskandinav ülkelerinde en büyük harcama kalemi ulaşım! Aslında İskandinavya'nin en cömert cüzdanları bile yaktığı söylentileri pek doğru değil. Bunu daha önceki seyahatlerimden edindiğim tecrübelere dayanarak söylüyorum. İnsan önceliklerini belirlerse ekonomik yolculukları pek ala mümkün kılabiliyor. Dedim ya, biraz dikkatli olmak gerekiyor sadece. Hele rota Kuzey Avrupa ise!

Oslo uçağının kalkmasına dakikalar kala heyecanım giderek artıyor. Avrupa'nın ekonomik krizlerle giderek daha fakirlestiği söylentileri hızla yayılırken, bu dünyanın insanlara en yüksek yaşam kalitesini sunan ülkesinde son durum ne acaba? Sadece 3 saat sonra Norveç'in başkenti Oslo'da olacağımı düşünerek keyifle arkama yaslanıyorum. Kemer ikaz ışıklarının sönmesiyle uyanınca, hayatımda ilk kez uçak kalkmadan uykuya daldigimi farkedip eskiden tedirginlik veren uçak yoculuklarını nasıl da kaniksadigimi düşünüyorum. Dünyayı oyun alanına çevirdiğimden beri çok şey değişmiş bende...
işte kuzeyin en heyecan verici ülkesine doğru uçuyorum. Yanımda oturan hanım yaşadığı ülkenin güzelliklerini anlata anlata bitiremiyor. Zaten macera için Norveç'i seçmemin en önemli nedeni ülkenin el değmemiş vahşi doğası. Fiyortlara kavuşmaya can atıyorum.
Norveç semalarına gelince gözlerim artık yeşil rengin hakimiyetine giriyor. Her yer, herşey tek renk. Baştan başa yeşile boyanmış bir tiyatro sahnesinin ehemmiyetsiz bir figuraniyim sanki, ya da daha önce hiçbirşey yeşil değilmiş de ben bu hali yeni kesfediyormusum gibi yabancıyım artık herşeye. Hani insan tanımadığı bir ortama girince aceleyle herşeyi ürkek gözlerle inceler ya, ben de çocuk gibi uçak tekerleklerini yere degdirmeden bu yeni dünyanın her ayrıntısını belleğime kazımaya çalışıyorum.Metal kuş, rengarenk evlerin arasından süzülerek Oslo Gardormoen Havaalanına iniyor. Pasaport kontrolüne gelince sempatik görevli güleryüzle Norveç'e geliş sebebimi sorunca, hiç düşünmeden cevabı yapıştırıyorum. "Doğa...Muhteşem güzellikteki bakir doğa!"
Oslo'ya ulaşmanın bir kaç yolu var. En kolay seçenek taksi ama bu yöntem biraz tuzlu. Şehir merkezine taksiyle girmek isterseniz en az 80 Euro civarı para ödemeniz gerekiyor. Bütçeyi daha ilk dakikada sarsmak istemeyenler için diğer alternatifler tren ya da otobüs. Çevreyi görmenin avantajını düşünüp otobüse binmeye karar verdim. 20 Euro yarım saatlik yolculuk için kuzey standartlarını göz önüne aldığımızda son derece uygun. Masmavi gökyüzü kenti sonbaharın kasvetli havasından uzak tutuyor oysa bu mevsimde İskandinav ülkeleri çoktan can yakıcı soğuğun etkisine girmiş olmalı. İstanbul'dan daha ılık havası ile Oslo bana tatlı yüzünü gösterdiği için gözümde iyice sevimli hale geliyor. Daha önce rezervasyon yaptırmadığım için önceliğim otel bulmak. Terminaleden çıkar çıkmaz kalabalık bir caddede yürümeye basliyorum Keyfim iyice artıyor. Sokaklar insan dolu. Rengarenk kıyafetleri içinde koşar adım yürüyen istisnasız hepsi sarışın Oslolular bir yerlere yetişme telaşında. Dünyanın her yerinde olduğu gibi sabah saatlerinde caddeler kalabalık, kahve dükkânlarının önünde kuyruklar var. Önüme çıkan ilk kafeden sıcak bir kahveyle kurabiye alıp nereye gideceğimi bilmeden yürümeye koyulunca dikkatimi onca sarısının arasında esmer tenli insanlar çekiyor. Havalanı çıkışında gördüğüm turistler değil bunlar. Dolaştıkça sayılarının çok fazla oldugunu farkediyorum. "Norveç'in yumuşak göçmen politilarindan yararlanarak bu ülkeye yerleşmiş Asyalı ve Afrikalılar" diye düşünüyorum. Asinda sosyal gozlemlerden cok kalacak bir yere ihtiyacim var.Baktığım her yerde otel tabelaları var, içimi rahatlatan bir görüntü bu. Demek ki köprü altında gecelemeyeceğim.İstanbul'da internette küçük bir otel araştırması yapmıştım. Norveç'in en büyük otel zincirlerinden birini Thon olduğunu bildiğimden adım başı farklı bir Thon oteliyle karşılaştım. Aker Brygge otelinin önüne gelince hemen içeri girip fiyat sordum, görevi tek odaları kaldığını söyleyince odayı görmeye karar verdim. Penceresi dar, karanlık bir odaydı. Teşekkür edip şansımı başka bir yerde denemeye karar verdim, nasıl olsa alternatif bol. Thon Otel Münch hem şehir merkezinin tam ortasında hem de çok keyifli bir yer. 50 Euroluk fiyatı öğrenince dışarı bakan oda şartıyla burada kalmaya karar verdim, çok da isabetli bir karar oldu.
Yarım saat içinde düş alıp kendimi sokaklara attım. Her yer tertemiz. Caddeler düzenli, otobüs durakları lüks. Bakımlı binaların arasından sessizce geçen tramwaylar, yemyeşil parklar. Zengin bir ülkede olduğum hemen anlaşılıyor. Carl Johans Gate caddesi kentin en önemli alışveriş merkezi. Dükkanlar, kafeler, barlar, marketler hepsi burada. Barselona'daki Las Ramblas cadesinin İskandinav versiyonu. Cadde öğle saatlerinde giderek kalabalıklaştı. Zaten topu topu altı yüz binlik nüfuslu bu küçük başkentte nereye giderseniz gidin sonunda bu kalabalık caddeye çıkıyor yollar. Grand Otel caddenin en görkemli yapısı. Son derece sık ve pahalı olan bu otel dünyaca ünlü konukları ağırlamasıyla ünlü. Parlamento binası ve Kraliyet sarayı da bu caddenin üzerinde. Saray son derece mütevazı. Halka açık parkında insanlar geziniyor, özgürce banklara serilmiş sohbet ediyor. Sivil toplumun en önemli göstergesi üniformalıların azlığı bence. Bir kaç nöbetçi dışında hiç polis yok.
Sarayın hemen yakınında Oslo Üniversitesi var. Bu kadar küçük bir şehirde üniversite de aynı oranda küçük. Koridorlarında dolanıp bir süre ders dinleyen öğrencileri seyrettim. İngiliz Edebiyatı mezunu üstelik her daim öğrenci kalmış biri olarak üniversite koridorlarında Norveç'in ünlü oyun yazarı Henrik ıbsen'i anmamam olası değil elbette. (Keşke tekrar edebiyatla dolu günlerime dönebilsem).
Kentin içinde kuş cıvıltıları her yerde, insanın yarattığı müziğe hiç ihtiyaç yok buralarda. Mutlu kuşlar neşeyle kendi şarkılarını söylüyor. Ara sokaların arasına dalınca tipik Avrupa ile karşılaşmak beni hiç şaşırtmıyor tabi. işsiz sokaklarda yürüyen tek kişi yok, her yer bomboş. Avrupa'nin heryerinde olduğu gibi burada da sokak kedileri, köpekleri yok. Onlar olmayınca da sokakların ruhu yok. Herkes Johans Caddesinde herhalde. Geniş pencereli evlerde perde kullanana pek neredeyse hiç yok gibi. Özenle döşenmiş evleri çaktırmadan inceleyerek yürümeye devam ediyorum. Martı sesleri beni limana doğru sürüklemeye başladı bile. Limanda yanyana sıralanmış balıkçılar birden ne kadar acıktığımı hatırlatıyor. Soğuk deniz balıklarının tadına bakmak için harika bir fırsat. Norveç mutfağının öyle abartılacak bir yanı olmadığı için tüm gezi boyunca balık yemek en güzeli. Tattığım her balığın ayrı bir lezzeti var. Sahilde insanları, tekneleri seyrederken ekmek arası balık yemek inanılmaz keyif verici bir durum. Böylece kendime birkaç euroya harika bir öğle yemeği ziyafeti armağan ettikten sonra Vigeland Park'a doğru yürüyorum, ilginç bir yer burası. Oslo Belediyesi heykeltraş Vigeland'dan bir park tasarlamasını isteyince sanatçı burayı bir açık hava müzesine dönüştürmüş. Parkta insanın yaşamdaki her halini gösteren yüzlerce heykel var. Yirmi yıllık emeğin ürünü bu bronz heykellerin hepsi çok etkileyici. Burada da esmer tenli göçmenler bir hayli fazla. Üstelik sayıları o kadar çok ki, dikkat çekiyorlar. Norveç'in engin hoşgörüsünden yararlanıp buraya yerleşmişler diye düşünüyorum içimden.
Bir polisin yanına gidip gezebilecegim yerleri soruyorum. Büyük bir ciddiyetle kentini anlatıyor bana. Sabırla. Uzun uzadıya. İstanbul'dan geldiğimi duyunca ilgisi bir kat daha artıyor. Bu kez o soruları sıralamaya başlıyor bana. İstanbul'un büyüsüne kapılanlardan biri olduğunu anlata anlata bitiremiyor. Keyifli, sıcak, dost canlısı insanların şehrinde ayaklarımı beni akşam güneşinin kızıla boyadığı gökyüzünün altına batıya sürüklüyor. Birden dev bir martı yanıma konuveriyor. Kuzey ışıklarının izinden usulca yürüyorum.

19 Eylül 2010 Pazar

KENYA CICEKLERI

YATIRIMCININ YENİ HEDEFİ AFRİKA

Kenya'da doğal güzelliklerin ve vahşi yaşam zenginliğinin dışında çok şey var. Ülke toprakları verimli, insanları çalışkan. Afrika ülkeleri arasında en güvenlisi de Kenya. Tüm uyarılara rağmen sokaklarda tek başıma yürüdüm, geceleri Nairobi caddelerinde turladım. Hiç kimse rahatsız etmedi, bir kaç dilenci dışında yanıma kimse de sokulmadı. Nazikçe rahatsız edilmek istemediğimi söylediğimde yanımdan gülümseyerek uzaklaştı onlar da.

Kenya'ya gelenlerin kafasındaki tek şey safari. Benim gibi hem ziyaret hem ticaret düşünenlerse iş potansiyeli varmı acaba diye merak etmeden duramıyor. Başkent Nairobi'nin dışında arabayla turlarken dikkatimi dev seralar çekti. Yemyeşil arazilerin ortasındaki seralarda çiçek yetiştiriliyor. Yüzlerce Kenyalı işçi, kesme çiçek tezgahlarında gecesini gündüzüne katıyor. Durup dinlenmeden çalışanları seyrederken aklıma Türk yatırımcıları geldi. Acaba bu sektör bizim için bir fırsat olabilirmi sorusu kafamı kurcalamaya başladı.

Biraz araştırdım. Bir de ne göreyim? Koca ülkenin çiçek sektörü Hollanda'nın elinde. Yani burada üretilen çiçeklerin neredeyse tamamı Hollanda'ya, oradan da diğer Avrupa ülkelerine gidiyor.

Peki neden Hollanda?

Cevap basit. Kolonyalizmin acı ekmeği bu topraklarda yaşayanların ortak menüsü.

Ayda 40 Euro civarında ücretle çalıştırılan Kenyalı, Avrupalı ahali için seralarda ter döküyor. Üstelik Hollanda çiçek ihracat hakkını Kenya'dan 99 yıllığına satın almış. Şimdi türlü oyunlarla bu süreyi uzatmaya çalışıyorlar. iş uluslararası mahkemelere yansımış, iyi mi? Pes doğrusu..
Şimdi gelelim ne yapabiliriz sorusuna. Ben CNN Türk'teki iş Seyahati programlarimda hep aynı mesajı veriyorum: "iş nerede varsa oraya gidip kolları sıvamak şart!"

Dünyanın en pahalı enerjisini kullanan Türkiye yüksek maliyetler yüzünden yabancı sermayeyi kaçıra dursun, elin oğlu Kenyalı binlerce işçiyi kendine bağlamış bile. Bu seralar Hollanda'da olsa en az 2000 Euro maaş ödeyeceğine işi 40 Euro'ya bitiriyor. Üstelik toprak da bedava! Enerjiye de çok az paralar ödüyor. ( Özel anlaşmalarla onu da ödemiyordur ya, neyse...)

Gelelim bizim cepheye...

Antalya kesme çiçek ihracatında yıldız gibi parlıyor. Geçen yıl kesme çiçek ve süs bitkisi ihracatı 500 Milyon Doları geçti. Bunca baltalamaya rağmen muazzam bir başarı! Kenya, Avrupa kesme çiçek pazarının yüzde kırkını elinde tutuyor, şu Hollanda'dan kendini kurtarabilse uçacak ama nafile.

İsrail Kenya'daki verimli arazilere gözünü dikmiş bile. Sürekli arazi alıyorlar.

"işadamlarımız bu ülkelerdeki fırsatları kaçırmamalı' diye düşünürken harika bir haber duydum.

Antalya'da yüksek maliyetlerden yakınan Antalya Tarım Kenya'da seralar kurmaya başlamış.
Bu sevindirici. THY artık daha önce adını bile duymadığımız şehirlere uçuyor. işadamlarımız da bu uçaklara binip gurur duyacağımız yatırımlar yapıyor. Kenya'da Türk şirketleri sayesinde ihracatın çiçek açacağı kesin. Ustelik kolonyalist ucuzluklara prim vermeden!

Önemli olan yola çıkmak, arkası geliyor...
BÜYÜK GÖÇ VE MASAİ'NİN KARANLIK SIRRI

Kenya hayvan cesitlligi bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Bu yüzden safari tutkunları her yıl Doğu Afrika'nIn bu muhteşem ülkesine akın ediyor. Ben de sırt çantama ihtiyacım olacak ne varsa yükleyip ünlü Masai Mara düzlüklerine doğru yola çıktım.

Turistler için özel olarak tasarlanan Toyota Land Cruiser araçları ile bu macera çok eğlenceli hale geliyor. Başkent Nairobi'den yaklaşık 5 saatlik bir yolculukla ülkenin en büyük doğal parkına ulaştık. Yol boyunca gördüğüm güzellik büyüleyici. Tabiatın insan ruhunda verdiği hazzı yüreğimin derinliklerinde hisssediyorum.

Kenya'yi kurak bir Afrika ülkesi sananlar fena halde yanılır. Ekvator çizgisinin hemen yaşı başındaki savanlarin ülkesi her daim yeşil doğa örtüsü ile şaşırtıyor herkesi. Seyahatimiz boyunca sadece Narok adında bir kasabada mola verdik. Kenya'nIn cesareti ile nam salmış Masai kabilesi burada. Pazar meydanında alışveriş yaparken Masaileri görmek biraz tuhaf. Bu avcı yerlilerin kredi kartıyla alışveriş yapmaları dünyanın ne kadar küreselleştiğini de kanıtlıyor bir bakıma.

Arabamız Masai Mara düzlüklerine girdiği anda İmpalalar bizi karşılıyor. Sayıları o kadar çok ki. Zebralar biraz ileride sürüler halinde sessizce otluyor. Biraz tedirginler. Otlakların arasından ilerleyince yavrularını akşam gezintisine çıkarmış fil ailesini görüp heyecanlanıyoruz.Manzara nefes kesici. Savanin sessizliginde kimse konusamiyor. Nefis hava, mavi gökyüzünün yarattığı görsel şöleni tamamlıyor. Öylece geziniyoruz bir süre. Her yerden çıkan farklı bir hayvan meraklı bakışlarla süzüyor bizi. Kimin kimi seyrettiği meçhul yani. Hepsi arabalara alışmış, hiç utangaç görünmüyorlar.

Tüm bu güzelliğe rağmen tuhaf birşeyler var. Gördüğüm her güzelliği fotograflayamaya çalışan elim gözlerimle çatışıyor sanki. Nedir bana bu kadar garip gelen şey?
Birden farkediyorum. Otlar yeşil değil. Genel bir yeşil görünüm var ama o muazzam vadiye sarı rengi hakim. Rehbere otların ilkbahar mevsiminde neden bu renk olduğunu sorduğumda ürkütücü bir yanıt veriyor bana.

"Son iki senedir neredeyse hiç yağmur yağmadı!"
"Peki bu kadar hayvan suyu nereden buluyor?"

Esas soru bu. Bu muhteşem güzelliğin altında karanlık bir gerçek var. Vadinin sırrı bu! Aslında neşe içinde otladigini sandığımız hayvanların çoğu yeterince iyi beslenemediği ve en kötüsü su içemediği için kitleler halinde ölüyor. Küresel ısınma dünyanın bu bölgesini kuraklığın kucağına itmiş.

Her sene Tanzanya'nin kurak Serengeti Vadisinden Kenya'nin lezzetli otlarının bol suyla beslendiği Masai Mara Parkı'na büyük göç başlar. Temmuz ayından Ekim'e kadar doğanın mucizelerinden birine tanık olur bu topraklar. 5 milyon hayvan hayatta kalabilmek için suya koşar.
Ama 2 senedir su yok. Son yirmi yılın en büyük kurakligiymis bu.

Antiloplar, zebralar, aslanlar, zürafalar... Hepsi...Teker teker ölüyor. Onca kuş, sürüngen tek damla su bulamıyor.
Küresel ısınma pençesine almış hepsini bırakmıyor. insanlığın başka bir ayıbı ile karşı karşıyayız işte.
Safari'nin ruhumda yarattığı mutluluk dalgası yüreğimde beliren acıyla bir anda dağıldı.

Rehber anlattıkça felaketin boyutu daha da derinleşiyor.

"Yaban hayvanlar ölüyor ama asıl tehlike başka. Her tarafta büyükbaş hayvan ölüleri var. Yerliler elindeki herşeyi satıyor. Herkes bir avuç yiyecek peşinde..."
Vadinin en karanlık sırrı da bu. Insanlar ölüyor.
Somali, Kenya, Tanzanya ve Etiyopya'da yerlilerin sürüleri susuzluktan olduğu için de 11 milyon insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya.
Kenya'da çiftçileri vuran başka bir etken de zengin ülkelerin tarım subvansuyonuymus. Hiçbiri rekabet edemez hale gelmiş. Yani sömürü devam ediyor. Hatta yok ediyor.

Araba uzaklaşırken artık doğal olmadığını anladığım sararan otlara bakıp yaşam savaşı veren onca hayvanı düşünüyorum... Artık buraların güzelliği bana tat vermiyor. Bir yavru fil yanımızdan geçiyor. O kadar sevimli ki... Ne kadar yaşayacak, bilemiyorum...

Otele döndüğümüzde duyduklarından sonra kimse açık büfeye dokunmuyor bile.
En azından bir geceliğine... Ya sonra?


NOTLAR

1.
Dünya Bankası’na göre küresel ısınmaya neden olan gazların yüzde 64’ü zengin ülkelerden kaynaklanıyor. Bu ülkeler zararın ise yüzde 20’sini karşılıyor. İklim değişikliğinin en fazla vuracağı bölgeler ise yoksul ülkeler
2.Dünya Bankası'nin Kenya yetkilisi Johannes Zutt'un çağrısı tüm dünyaya.
"Küresel ısınmanın da etkisiyle geçtiğimiz yıllarda kuraklık arttı. Bunun etkilerini görmemek mümkün değil. Kenya'da su olmadığı için gıda ve elektrikten de yoksunuz. Çünkü hepsi yeterli yağış düşmesine bağlı…"
3.
Dünya Bankası'nin tahminlerine göre, gelişmiş ülkelerin küresel ısınma nedeniyle oluşan masrafların yüzde 80'ini karşılaması gerekiyor. Aksi takdirde hava sıcaklığının ortalama iki derece artması, üretimde yüzde beş oranında bir düşüşe neden olacak. Zutt sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu özellikle fakir halkı etkileyecek. Mahsul olmadan hayatta kalmaları mümkün değil. Kıtlık zamanlarından, yetersiz beslenmeden ve bu nedenle de hastalıkların artmasından endişeliyiz. Bunların hepsi küresel ısınmanın sonuçları..."

KENYA'DA KAHVALTI

KENYA’DA ZÜRAFALARLA KAHVALTı

89Hafta sonu yaklaşıyordu. Ne yapacağımı düşünürken aklıma o çılgın fikir düşüverdi. Geçen yıl kendime söz vermiştim. Zürafalarla kahvaltı edecektim. Bir an yerimden fırlayıp telefonu elime aldım. THY görevlisine yarın akşam için Nairobi'ye mil biletiyle yer olup olmadığını sordum. Aldığım cevabın üzerinden daha 15 dakika geçmeden bavulum hazırdı. Bekle beni Afrika!

Havalanı kalabalık. Herkes telaş içinde freeshop raflarini boşaltıyor. Benim aklımda sadece Afrika ve muhtesem savanlar var!

İstanbul’dan Nairobi yaklaşık 6 saat sürüyor. Saat farkı yok. Üstelik çok büyük sıcaklık farkı da yok. Uçaktan inip kendimi dışarı attığım da şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Kenya’da üşüyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama hava tatlı tatlı esiyor işte. Buraya gelmeden önce ayarladığım arabanın şoförünü hemen bulunca keyfim daha da artıyor. O muhteşem otele kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Yol boyunca barakalar, terkedilmiş kulübeler var. Akasya ağaçlarının altında uyuklayan köpekler, toprak sahada top koşturan çocuklar Afrika maceramın ilk fotoğrafları. Şoförüm “işte geldik” deyince gözlerim pür dikkat çevreyi inceliyor.

Araba gece karanlığında ana kapıdan bahçeye girerken heyecanlanıyorum. Ne de olsa bir yerlerde zürafalar uyuyor. insanın tüylerini diken diken bir sessizlik. Daha birkaç saat önce İstanbul'un karmaşasından çıkmış biri için burası başka bir gezegen!

Uğruna bu kadar yol kattetigim yerin Adı Giraffe Manor. 1932 yılında yapılmış. Kızıl tuğlalarıyla İskoçya’nın bağ evlerini andırıyor. Lobisi görkemli. Ortada duran şömine beyaz renkli mobilyalarla çok uyumlu duruyor. Duvarlarda siyah beyaz fotoğraflar var. Hepsi buranın asıl sahibinin zürafalar olduğunu anlatmak için asılmış belli ki.. Ahşap merdivenin hemen ilerisinde odalar var. Ben Klimanjaro’ya bakan bir oda istediğim için güney tarafta kalacağım. Oda kapısını açar açmaz salona yayılan ahşap kokusu insanı bir anda rahatlatıyor. Cibinlikli bir yatak ve son derece kaliteli Fransız mobilyalar hemen dikkatimi çekiyor. Odanın duvarlarında benden önce kalan misafirlerin yavru zürafalarla çekilmiş fotoğrafları var. Pencereyi açıp demir gibi soğuk karanlığa bakıyorum bir süre. Rüzgar perdeleri uçuruyor. Ağustos böcekleri koro halinde bağırıyor. Ürpermemek elde değil. İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta, Afrika'nin tam ortasinda! Uzaklarda bir havlama sesi. Zürafalardan henüz iz yok!..

Ertesi sabah kahvaltıda uzun masif masaya kurulup nefis Afrika çayını yudumlarken gözüm o dev pencerelerde. Otel uçsuz bucaksız bir vadinin ortasında, Ngong Tepeleri'nin eteklerine kurulmuş. Arazinin asıl sahibi yıllardır burada yaşayan Rothschild Zurafalari. Bu hayvanlara hayran bir İngiliz çift burayı satın alınca bu muazzam canlıların da yaşam alanları garantilenmiş. Ben bunları düşünürken otelin sahibi eliyle işaret ediyor.

"işte bakın bir tanesi geliyor!"

Döndüm. Aklımı başimdan alan bu güzellik karşısında ne yapacağımı bilemez haldeyim. İki akasya ağacının ortasından salınarak gelen bu dev hayvanı hayranlıkla seyre daldım bir süre. Yaklaşıyor!... Bize doğru geliyor. Neredeyse camı kıracak. Ilk anda korkuyorum biraz. Kafasını camdan uzatıp kahvaltıya ortak olunca müthiş duygular akıp gidiyor insanın içinden. Gerçekle düş birbirine karışıyor. Bu anı yaşamak gerek. Ancak o zaman anlaşılır. Diğer misafirlerle yemeği bırakıp bahçeye çıkınca diğerlerini de görüyoruz. Yeni doğmuş bir yavru annesini emiyor. Birbiri ardına patlayan flaslardan hiç de rahatsız görünmüyorlar. Alışmışlar. Ağaçların üzerinde daha önce hiç görmediğim kuşlar var. Bir cennet bahçesindeyim.

Kalan tek Türk benim. Daha önce burada benden başka hiç Türk kalmamış. Dünyanın her yerinden ziyaretcilerlerle tanıştım. Hepsi buranın dünyadaki en özel otellerden biri olduğu konusunda hemfikir. Giraffe Manor 2 yıl önce el değiştirmiş ama yeni sahipleri de burayı korumaya kararlı. Hafta sonları okullardan genç öğrenciler gelip vahşi yaşamı yerinde inceliyor. Daha küçük yaşlardan doğanın koruması gereken bir hazine olduğunu öğreniyor. Başkent Nairobi'den sadece 7 kilometre uzakta bu muazzam oteli mutlaka keşfedin. Hayatınızın sonuna kadar gördüklerinizin etkisinden kurtulamayacaksınız. Ben akşam yatarken penceremi tıklatan o muhteşem canlıyı hiç unutamayacağım. Kendinize bir iyilik yapın, toplayın bavulları!
-----------------------------
PENCERE
1.

Vize
Kenya'ya giderken Umuma Mahsus Pasaport sahibi olan yolculardan vize isteniyor. Yolcular vizelerini Kenya sınır kapısında 25 Dolar karşılığında alabiliyor. Diplomatik, Hizmet ve Hususi Pasaport sahipleri ise, vizeden muaf tutuluyor.
Sağlık
Aman asilarinizi ihmal etmeyin! Kenya'ya gitmeden önce özel bir sağlık uygulaması (aşı, tahlil vs) istenmiyor. Ancak bu durum, enfeksiyon görülmesi olası bölgelerden gelen yolcular için geçerli değil. Bu yolculardan sarı humma ve sıtma aşısı sertifikası istenebiliyor. Zira ülkenin hijyen koşullarına dikkat edilmeyen gelişmemiş bölgelerinde bazen sarı humma ve sıtmaya rastlanabiliyor.
Para birimi
Kenya'da geçerli para birimi Kenya Şilingi. 1 TL yaklaşık 49 şilinge denk geliyor.

2.
NASıL GİDİLİR?
THY Kenya'ya haftanın 5 günü sefer düzenliyor. Uçaklar İstanbul'dan 18.45'te kalkıyor. Saat 1.20'de zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Afrika'nin ortasında buluyorsunuz kendinizi.
NEREDE YENİR?
Kentin biraz dışındaki Carnivore Restoran, Nairobi'ye ziyaretin önemli bir parçası olarak görülüyor. Nairobi’de en ünlü nyama choma (kelimenin tam anlamıyla 'rosto') restoranı olarak biliniyor. Burada aynı zamanda bir açık hava gece kulübü olan Simba Saloon ve canlı müzik mekanı da bulunuyor.
NE YAPıLıR?
Nairobi harika bir şehir.
Kenyatta caddesinin kuzeyinde, içinde Nairobi’nin en eski binası Norfolk Otel’in de bulunduğu; mağazalar, marketler ve oteller, ile şekillenen yoğun nüfuslu bir bölge uzanıyor. Moi Avenue’nun doğu kesimi en yoksul şehir bölgesi. River Road merkezinde genişleyen bu yerleşim şehrin en ucuz alışveriş, restoran, otel olanaklarının da bulunduğu yer. AFEW Zürafa Merkezi'ne ve Nairobi Ulusal Parkı'na mutlaka uğrayın.

3.Nasıl Kalınır?
Otelde kalabilmek için mutlaka çok önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Sınırlı sayıda oda var ve talep çok fazla. Oda fiyatı gecelik 1000 Dolar civarında biraz pahalı ama bu çok geniş odalarda arkadaşlarınızla kalırsanız çok ucuza da mal edebilirsiniz. En iyi dönem Temmuz sonu ile Ekim başı arasında. Bu tarihlerde safari yaptığınızda çok çeşitli hayvanları bir arada görebilirsiniz.